31 Aralık 2013

küçük iskender

aklım, haklıyım, et firarını!
ovdun ve okşadın beni
çıktı içimdeki cin;
ondan ölümümü diledin.mayıstı.

seni o yüzden bağışladım!
ben en çok mayısta su içerim
derinim balık kaynar derinim kanımı kaynar
ben en çok mayısta öne eğerim başımı
içimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar.
avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı
mayısta öğrenmiştim;
ve teraslarda bach dinlemek en çok mayısa yakışırdı
ve kim bilir
mayıs artık en çok senin tanrılarına yakışır
tiril tiril bembeyaz bir giysiyle
rüzgarda ayakların çıplak
öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak
kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan
tam
tam yaza girecekken
yazın omzuna yüzünü dayayacakken
çekip giden
ayaklarının altından o son sığınak terası da
acılarının veliahtı bach'ı da çekip
gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir
yani.. anlıyor musun.. mayıstı..seni o yüzden bağışladım!

bir sesim vardı gölgenden ikmale kalan
biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz
cesaret işiydi, delikanlıcaydı,
bu korkunç sevgide
yanlışlarımızı yeniden keşfedişimiz
el deymemiş yalnızlıklara kalkışmamız
yalnızlıklarımızı değiş tokuş etmemiz
bu evcilik oyununda bile duldum
hatırla
sana dizlerimi
sana tabi bileklerimi ve topuklarımı sundum;
çevirdikçe ruhunun radyo dalgalarında
cazdı, bluesdu, klasik kemandı, klasik aşktı
boktu püsurdu
hatırla, senin gözlerin çokulusluydu
senin gözlerin ham kadınsızdı
çamurdandı
ağzımda getirdiğim karsuyunu
kalbine kaçırdım! ovdun ve okşadın beni
çıktı içimdeki cin
yatağa döküldü
yatağıma döküldün
yatağına döküldüm
ve bu sonsuz savruluşta
o gece
bütün eski sevgililerimden ince ince söküldüm!senin oldum!

ihanetinle pislenen küçük dolaşımımdaki kanla
karalar çekerek ölümsüz kirpikdiplerine senin
senin mahşer atlısı dudaklarına
en çok da dudaklarına sokuldum!
üşüyordum,
üstüme doğru çekip o kedi dudaklarını
bir tay sığınırcasına anasına
bana ölünle uyudum! anlıyor musun.. işitiyor musun..
cesedine yeni baştan hayat verebilmek için
ihtiyarladım.. ihtiyarladım..
ben zaten kendimi aşklarda
hep kalkışılınmış müşiş intiharlarla yaraladım!
koştum sürekli
bir hüzünden bir tersliğe dokunarak koştum
bazı sevdalarda hafızasını kaybeder ya insan
telaşlanır, ağlar
babasını sorar çevresindekilere
öldüğünü bildiği halde
adını unutur, yolunu kaybeder oturduğu evin
bir titreme gelir yerleşir ya ortasına mayısın
bir dikilir bir çöker ya
kalbine secde eden intikam
tam
tam yaza girecekken
yaza bir ekmek bıçağı tutuşturacakken
sapı plastik kötü bir ekmek bıçağı
-geri döner.. döner değil mi.. diye
birkaç kırık sözcük.. buruşuk..
-öldürürüm o zaman, kurtulurum.. deyip sustuğun
-kaçarım sonra, kimse sormaz.. deyip yığıldığın
nisandan hazirana doğru bir su kayakçısı
gibi süzülürken mayıs, ah bach!
ah benim bir kangurunun cebine yerleştirdiği yavrum!
talanım! artanım! eksik kalanım! yarım kalanım!
nasıl yedirirdim ihanetini kendime
o dev hisle sen mayıstın ben mayıstım
herşey ama herşey elele mayıstı
seni o yüzden bağışladım!
uzanıp topraktan çıkardın beni
tozumu sildin, hohladın, parlattın
ovdun ve okşadın beni
çıktı içimdeki cin;
ondan
-gidecektin, mecburdun, hepsi gibi-
affını diledin.
mayıstı.mecburdum.
seni o yüzden bağışladım!

30 Aralık 2013

baruch spinoza

Eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir.
Eğer biri, başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir

29 Aralık 2013

theodor w adorno

sunuş
Burada dostuma bazı parçalarını sunabildiğim kederli bilim, en eski çağlardan beri felsefenin asıl alanı olarak görülmüş ama onun yönteme dönüşmesiyle birlikte düşünsel ihmale, veciz keyfıliklere ve sonunda unutuluşa terk edilmiş bir bölgeyle ilişkilidir: Doğru yaşam öğretisi. Felsefecilerin bir zamanlar yaşam olarak bildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da sadece tüketimin alanı haline gelmiştir: Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden, özerklikten veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti. Yaşamın en dolaysız hakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır. Dolaysız olandan dolaysız biçimde söz etmek, yarattıkları kuklaları geçip gitmiş tutkuların ucuz mücevher benzeri taklitleriyle süsleyen o romancılar gibi davranmak olur. Bir makinenin parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, böyle romanlarda, hala özne olarak davranma kapasitesine sahip kişiler gibi sunulmaktadır bize sanki hala onların eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.
Yaşamla üretim arasındaki -ilkini ikincinin anlık bir görünüşüne indirgeyen- bu ilişki tümüyle saçmadır. Araçlarla amaçlar yer değiştirmiştir. Ancak, bu ahmak quidpro quo'nun [bir şeye karşılık bir başka şey; alışveriş] farkında olan cılız bir sezgi de henüz yaşamdan büsbütün silinmiş değildir. İndirgenmiş ve alçaltılmış öz, kendisini bir yüzeye dönüştüren büyüye karşı inatla direnmektedir. Üretim ilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, sadece üretimin yansıma biçimi ve gerçek yaşamın karikatürü olan "tüketim alanında" olup bitenlere, demek insanların bilincinde ve bilinçdışında meydana gelen değişmelere bağlıdır. İnsanlar, ancak üretime karşı durarak, bu düzenin içinde büsbütün erimeyi reddederek insana daha yakışan bir dünyanın doğmasını sağlayabilirler. Tüketim alanının kendi kötü amaçları için savunduğu yaşam görünüşü de tümüyle silinecek olursa, mutlak üretim bütün vahşetiyle egemen olur.
Yine de, yaşam görünüşe dönüştüğü ölçüde, özneden yola çıkan bir düşünüş de yanlışlardan kurtulamayacaktır. Tarihsel devinimin bugünkü evresinde kazandığı karşı konulmaz nesnellik şimdilik sadece öznenin çözülmesine yol açtığı ve onun yerini de henüz bir yenisi almadığı için, bireysel deneyim şu anda eski özneye dayanmak zorunda kalmaktadır. Tarihsel olarak bitmiş, mahküm olmuştur bu eski özne: Hala kendi-içindir, ama artık kendinde değildir.(1) Özne hala kendi özerkliğinden emindir, ama toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik biçiminin kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır. Öznel düşünüşte, kendine karşı eleştirel bir uyanıklık geliştirdiği anlarda bile, duygusal ve çağdışı bir yön vardır: Dünyanın seyriyle ilgili bir yakınmayı andırıyordur - reddedilmesi gereken bir yakınma, ama samimi olmadığı için değil, yakınan öznenin bu yakınma halinde tutulup kalması ve böylece dünyanın seyrine kendi payıyla katılması tehlikesine yol açtığı için. Kişinin kendi bilinç durumuna ve deneyimine sadakati, bireyseli aşan ve yapılmış olduğu maddenin adını koyan o sezişi inkar ettiği ölçüde, her an sadakatsizliğe dönüşme olasılığıyla yüklüdür.
İşte, yöntemi Minima Moralia'nınkini de belirlemiş olan Hegel de her düzeydeki öznelliğin sırf kendi-için-varoluşuna karşı geliştiriyordu savlarını. Yalıtılmış her şeyden nefret eden diyalektik teori, aforizmayı da düpedüz benimseyemez. En fazla, Tinin Fenomenolojisi'nin önsözünden alınma bir deyimle, birer "söyleşi" olarak hoş görebilir böyle özdeyişsel biçimleri. Ama bunun zamanı geçmiştir. Yine de, bu kitap ne sistemin dışarda hiçbir şeyin kalmasına izin veremeyen bütünsellik iddiasını unutacaktır, ne de yine sistemin kendisinin bu iddiayı çelmelediğini. Hegel, başka her durumda tutkuyla savunduğu ilkeye özneyle ilişkisinde hiç saygı göstermemiştir: Konunun içinde olmak ve "hep ötesinde olmamak", "konunun içkin içeriğine nüfuz etmek." Eğer bugün özne kayboluyorsa, aforizmalar da "uçucu ve geçici olandaki özsel ve zorunlu olanı görme" görevini üstlenmek durumundadırlar. Hegel'in pratiğine karşı ama düşüncesine uygun olarak, negatiflik üzerinde ısrar eder aforizmalar: "Tinin yaşamı, ancak kendini mutlak parçalanmışlıkta keşfettiğinde kendi hakikatine erişir.
Tin, bir şeyin boş, geçersiz ya da sahte olduğunu söyleyip başka bir şeye geçen, bir pozitif olarak negatiften yüz çeviren bir güç değildir. Tin ancak negatifın yüzüne dimdik baktığında, yuvasını orada kurduğunda bir güç haline gelir."(2)
Hegel'in kendi sezişine ters düşmek pahasına bireyi küçümseyişi, bir paradoks gibi görünse de, liberal düşünüşle zorunlu içiçeliğinden kaynaklanıyordur aslında. Bütün karşıtlıkları boyunca iç uyumunu koruyan bir bütünlük anlayışı, sürecin yöneltici uğraklarından biri olarak gördüğü bireyleşmeye, bütünün kuruluşunda yine de daha önemsiz bir rol vermeye zorlamıştır onu. Tarih-öncesinde(3) nesnel eğilimin insanları aşarak, hatta bireysel nitelikleri ortadan kaldırarak kendini ortaya koymasının ve genelle tikel arasındaki barışın -düşüncede kurgulandığı halde- tarihte şimdiye değin hiçbir zaman gerçekleşmeyişinin bilinci Hegel'de bir çarpılmaya uğrar: Huzurlu bir aldırışsızlıkla bir kez daha tikelin tasfiyesi lehinde kullanıyordur oyunu. Yapıtının hiçbir noktasında bütünün önceliğine kuşkuyla yaklaşmaz. Hegel'in mantığında olduğu gibi tarihte de kendi üzerinde düşünen yalıtılmışlıktan yüceltilmiş bütüne geçişin tartışmalı niteliği ne kadar artarsa, varolanın meşrulaştırılması olarak felsefe de nesnel eğilimin zafer alayına o kadar büyük bir şevkle katılır. Bireyleşme denen toplumsal ilkenin sonunda yazgısallığın zaferine dönüşmesi de felsefeye bu açıdan yeterli vesile sunuyordur. Hegel, hem burjuva toplumunu hem de onun temel kategorisi olan bireyi hipostazlaştırırken,(4) ikisi arasındaki diyalektiği yeterince çalıştırmamıştır. Bütünlüğün kendini üretmek ve yeniden-üretmek için tam da üyelerinin birbirine karşıt çıkarları arasındaki bağlantıları kullandığını klasik iktisatın yardımıyla görebilmektedir elbet. Ama birey kategorisinin kendisi, Hegel için çoğu zaman indirgenmez bir veridir: Tam da bilgi teorisinde çözdüğü, ayrıştırdığı şey. Oysa bireyci bir toplumda geçerli olan, genelin kendini tikellerin karşılıklı etkileşimi aracılığıyla gerçekleştirmesinden ibaret değildir; birey de özünde toplumdan yapılmıştır.
Bu yüzden, toplumsal analizin bireysel deneyimden öğreneceği çok şey vardır, Hegel'in teslim ettiğiyle karşılaştırılamayacak kadar çok; öte yandan, büyük tarihsel kategoriler de, işlenmesine yardımcı oldukları onca suçtan sonra, sahtekarlık şaibesinden muaf sayılamazlar artık. Hegel'in felsefesinin şekillenmesinden bu yana geçen yüz elli yıl içinde, karşı çıkış gücünün bir kısmı yeniden bireye geçmiştir. Bireyin deneyim zenginliği, iç farklılaşması ve canlılığı, Hegel'de karşılaştığı o ataerkil ve küçümseyici ilgiye sığamayacak kadar büyüktür bugün: Toplumun toplumsallaşması bireyi ne kadar zayıflatmış ve temellerini çürütmüşse bu zenginlik ve canlılık da o kadar artmıştır. Bireyin çürüme dönemindeki özdeneyimi ve karşılaştıkları, bir kez daha bilginin kaynaklarından biridir şimdi - o birey ki, hiç tınmadan kendini pozitif bir biçimde egemen kategori olarak kurguladığı bütün bir dönem boyunca bu bilgiyi sadece karartmak ve bulandırmakla kalmıştı. Farklılığın silinmesinin başlı başına bir amaç ilan edildiği bu totaliter korolar döneminde, kurtuluşun toplumsal gücünün bile bir kısmı geçici olarak bireysel alana çekilmiş olabilir. Eğer eleştirel teori orada oyalanıyorsa, sadece suçlu bir vicdanla yapmıyordur bunu.
Ama böyle bir denemenin tartışmalı bir yönü olduğunu da inkar edemem Bu kitabın büyük kısmı savaş sırasında, düşünmenin zorunlu olarak düşüncelere dalmak ve seyretmek anlamına geldiği bir dönemde yazılmıştı. Beni kovan şiddet, böylece kendisini tam olarak anlamamı da engellemiş oluyordu. Sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar karşısında bireysel konulardan hala söz açabilmenin de bir suç ortaklığı içerdiğini kendime itiraf edememiştim henüz.
Üç bölümde de çıkış noktası en dar haliyle özel alandır: Göçmen aydının özel alanı. Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir, kesin ve kapsayıcı olma iddiası taşımadan: Hepsinin amacı, kurcalanması gereken bazı noktaları belirtmek veya daha sonraki bir zorlu düşünme çabası için küçük modeller sunmakır.
Bu kitabın yazılmasının dolaysız vesilesi, Max Horkheimer'in 14 Şubat 1945'te kutlanan ellinci yaş günüydü. Kompozisyon, dış koşullar nedeniyle ortak çalışmalarımıza ara vermek zorunda kaldığımız bir dönemde yapıldı. Şükran ve sadakati, bu kesintiyi yok sayarak göstermeyi amaçlıyor kitap. Bir iç diyaloga tanıklık ediyor: Hiçbir düşünce yok ki burada, onu kağıda geçirmeye vakit bulmuş adam kadar Horkheimer'e de ait olmasın.
Minima Moralia'nın özgül yaklaşımı, paylaştığımız felsefenin kimi yönlerini öznel deneyim açısından sunma çabası, parçaların, parçası oldukları felsefenin taleplerini tam olarak yerine getirmemelerini de zorunlu kılıyor. Biçimin bağlayıcı olmayan ve bağlantısız niteliği, belirtik teorik tutarlılığın reddedilmesi, bunun bir ifadesidir. Aynı zamanda, bu azla yetiniş, ancak iki kişi tarafından gerçekleştirilebilecek bir işin sadece biri tarafından inatla sürdürülmesinin doğurduğu haksızlığı da bir ölçüde hafifletebilecektir belki. Öte yandan, bu ortak çabadan bugün de vazgeçmiş değiliz.
(1) "Kendinde" (veya "kendinde-olmak") ve "kendi-için" (veya "kendi-için-olmak"). Hegel bu terimleri çoğu zaman bir karşıtlık ilişkisi içinde kullanmıştır. Bir şey, başka şeylerle veya kendisiyle ilişkilerinden bağımsız olarak alındığında "kendinde-şey"dir. Bu durumda, belirlenmiş bir niteliği de yoktur; en fazla, henüz ilişkiler içinde gerçekleşmemiş olan gizil bir niteliği veya nitelikleri olabilir. "Kendi-için-olmak", fiilen veya zihinsel olarak bir ilişkiler dünyasına adım atmakla gerçekleşir. Bu ilişkiler bir sınırlanma veya belirlenme de getirir. Örneğin bir insanın manav olması, manav olmayan başkalarının bulunmasına bağlıdır; herkes manav olsaydı hiç kimse manav olarak belirlenmiş olmazdı. Bu, manavlığın bir meslek olarak başkaları tarafından tanınması demektir. Ama daha önemlisi, kişinin kendini (başkalarına oranla) manav olarak tanıması, kendi-için de manav olması, manavlık gizilgücünü gerçekleştirmesi demektir. "Kendinde" ve "kendi-için" karşıtlığı böylece "gizil-gerçekleş-miş", "örtük-belirtik" ve "bilinçsiz-bilinçli" gibi karşıtlıklarla da örtüşür. Hegel'de "kendinde-şey", mantıksal ve kronolojik açıdan temeldir ve "kendi-için-şey"den önce gelir. Oysa burada Adorno bir tersyüz olma durumuna işaret etmektedir: Özne (ve içerdiği özgürlük deneyimi) hâlâ kendi-içindir, kendini bir özne saymaktadır (sanmaktadır), ama bu özneliğin gerçekleşmesini sağlayan temeli (nitelikleri) çoktan yitirmiştir. Yukarı
(2) Phänomenologie des Geistes, Werke 3, Frankfurt 1970: 52 ve 36. Yukarı
(3) Adorno, "tarih-öncesi" kavramını Marx'taki anlamıyla kullanır. Buna göre tarih-öncesi, yazılı tarihten önceki zamanları değil, insanlığın henüz "zorunluluk alanından özgürlük alanına" geçmediği komünizm-öncesi bütün çağları belirtir. Yukarı
(4) Hipostazlaştırma: Yunanca hypostasis sözcüğü, dayanak veya temel anlamına gelir. Felsefede de yine temel veya töz anlamında kullanılmıştır: Kendisine oranla her şeyin ikincil veya türevsel olduğu bir mutlak dayanak. Adorno, sözcüğün fiil haline olumsuz bir anlam yükler: Hipostazlaştırma (a) göreli ya da ilişkisel olan şeyin mutlaklaştırılması ve (b) belli bir süreç içinde sadece bir an ya da bir boyut olan şeyin süreçten koparılarak hareketsizleştirilmesidir

28 Aralık 2013

samuel beckett

Eski günlerimi ilgisizlikle anımsadığımda, usum ilgisiz, belleğim hüzünlü. Us duyduğu ilgisizlik dışında da ilgisiz, oysa bellek, duyduğu hüzün dışında kederli değil

midnight in sicily

midnight in sicily

26 Aralık 2013

michel foucault

İnsanın düşüncesini ve algısını değiştirip değiştiremeyeceği sorusu kesinlikle gereklidir. Düşünce bilinen bir şeyi meşru kılmak yerine daha farklı düşünmenin nasıl ve nereye kadar mümkün olabileceğini anlama çabasına dayanmayacaksa neye dayanacak?

25 Aralık 2013

bilge karasu

Yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
                    Turgut Uyar

(Pazartesi, YENİLGİ GÜNLÜĞÜ-Her Pazartesi)

La nuit, souvent je reste eveille. Je suis la sentinelle debout a la -porte du sommeil des autres, dont je suis
le maître. Je suis l 'esprit qui flotte au-dessus de la masse informe du reve.
et s'enfoncerent dans une nuit lointaine, dangereuse, comme l'est
toute nuit.
il etait charge du sens obscur du symbole et dangereux comme le
sont tous les habitants de la nuit, les habitants des reves. Les reves sont peu-ples de personnages,
d'animaux, de plantes, d'objets, qui sont des symboles, Chacun est puissant et, auand celui aui l'a suscite
se substitue au symbole, il profite de cette puissance mysterieuse. La puissance du signe, c'est la
puissance du reve....
Jeân Genet (Miracle de la Rose)
(1)
(1).
Geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim.
Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur.
Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben. uzak, tehlikeli bir geceye —geceler hep böyledir zaten— girip yittiler.
Simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğlesen, düşlerde eğlesen herkes gibi de tehlikeli.
Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir.
Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır.
İmin gücü, düşün gücüdür

Die Beıvegung der sich bildenden Individualitaet ist das Werden
der zvirklichen Welt.


G.W.F Hegel
(PhG, VI, B, I, a: Die Bildung und ihr Reich
der VVirklichkeit)
(2)
.
(2)
Kendini kuran bireyliğin devinimi gerçek dünyanın oluşumudur.

24 Aralık 2013

sait faik abasıyanık

İçimde muhakkak bir yer paramparça olmuştu ki, ağlayamıyordum


sevgilimin etrafını kalabalık gördüğüm zamanki gibi bir yalnızlığa kapılıyorum.

23 Aralık 2013

samuel beckett

HİÇ İÇİN METİNLER


-I-


Aniden, hayır, sonunda, en sonunda, katlanamadım daha fazla, sürdüremedim. Burada kalamazsınız, dedi biri. Orada kalamazdım ama sürdüremezdim de. Yeıi betimleyeceğim, önemi yok bunun. Dümdüz doruğu, bir dağın, hayır, bir tepenin, ama çok vahşi, çok vahşi, kes yeter. Bataklık, diz boyu fundalık, göze çarpmayan patikalar, yağmurların açtığı derin yarıklar. İşte bunlardan birinde uzannıış yatıyordum rüzgârdan korunarak. Manzara gözalıcıydı, bir de şu her şeyi, vadileri, gölleri, ovayı, denizi gölgeleyen sis olmasaydı. Nasıl sürdürecektim, başlamamam gerekiyordu, hayır, başlamam gerekiyordu. Neden geldiniz, dedi biri, belki aynı kişiydi. Sıcak ve kuru yuvamda kalabilirdim ama kalamamıştım. Evimi betimleyeceğim size, hayır, yapamam bunu. Çok kolay doğrusu, artık katlanamıyorum, insan böyle söylüyor işte. Bedenime, Haydi ayağa kalk, diyorum, harcadığı çabayı hissediyorum, yolun ortasında yığılıp kalan ve kalkmaya çabalayan, çabalamayı sürdüren, başaramayınca da
çabalamaktan vazgeçen yaşlı bir beygire benzetiyorum onu. Kâfaya, Onu rahat bırak, rahat dur, diyorum, soluk alıp verişi duruyor, sonra eskisinden daha kötü biçimde başlıyor yeniden. Tüm bu hikâyelerden uzaktayım, hiç kafamı kurcalamamam gerekirdi onlarla, hiçbir şeye gereksinme duymuyorum, ne daha çok ilerlemeye, ne de bulunduğum yerde kalmaya, gerçekten de umursamıyorum tüm bunları, uzaklaşmalıydım onlardan, bedenimden de, kafamdan da, kendi aralarında uzlaşmaları için, son bulmaları için bıraksaydım onları, yapamıyorum, benim son bulmam gerekiyor. Ya evet, sanki birden çok kişiyiz biz, hepimiz sağırız, sağır bile değiliz, yaşam getirmiş bizi bir araya. Bir başkası, ya da aynısı, ya da ilki, Evinizde kalmanız gerekirdi, diyor, tümünün de aynı sesi, aynı düşünceleri var. Evimde. Evime dönmemi istiyorlar. Yaşadığım yere. Sis olmasa, keskin gözlerle, bir dürbünle, görebilirdim buradan. Yalnızca yorgunluk değil nedeni, yorgun değilim yalnızca, tırmanışa karşın. Burada kalmak istemem gibi de bir nedenim yok. İşitmiştim, manzaradan söz edildiğini işitmiş olmalıydım, uzaktaki deniz sanki kurşun dökülmüş gibiydi, altın ovalar dillerden düşmüyordu, çifte vadiler, buzul gölleri, dumanlara bürünen kent, hepsi yediden yetmişe ağızlardaydı. Aslında kim bu insanlar? Ardımdan mı geldiler buraya kadar, önümde miydiler, birlikte miydik yoksa? Yüzyılların, kötü havalı yüzyılların kazdığı çukurun dibindeyim, yavaş yavaş emilen sarı bulanık bir suyun üzerinde biriktiği kara toprağa uzanmışım yüzüstü. Yukarıda duruyorlar, çevrelemişler beni, mezara koyulmuşum sanki. Bakışlarımı kaldıramıyorum onlara, ne yazık, yüzlerini göremezdim, fundalıklara gömülü bacaklarım belki. Görüyorlar mı beni, neremi görüyorlar? Belki kimse kalmadı geride, belki usandı ve gitti tümü de. Kulak veriyorum, işittiğim hep aynı düşünceler, her zamankiler demek istiyorum, tuhaf şey. Lime lime gökyüzünden güneşin tüm vadide pırıl pırıl parladığını düşünmek. Ne kadar süredir buradayım, ne biçim soru bu, defalarca sordum kendime. Defalarca da verdim yanıtını, Bir saat, bir ay, bir yıl, yüz yıl, diye, burası, ben ve olmak kavramlarından anladığıma göre değişiyordu, olağanüstü yanıtlar da aramıyordum orada, pek değişmiyordum orada, biraz değişiyor gözüken burası yalnızca. Geleli çok zaman geçmedi, yoksa dayanamazdım, diyordum ya da. Kervançulluklarını duyuyorum, gün bitimini imliyor bu, gecenin oluşunu, kervançullukları böyle çünkü, bütün gün suskun kalıp, karanlık basarken bağırıyorlar, bu yabanıl ve benimle karşılaştırıldığında kısa ömürlü yaratıklar böyle işte. Çok iyi bildiğim şu yanıtlanamayan öteki soru, Neden geldiniz, sorusuna da, Değişmek için, ya da, Ben değilim, ya da, Rastlantıyla, ya da Güneşli uzun yıllar görmek için, ya da, Yazgı, diye yanıt veriyordum, duyumsuyorum geldiğini başka bir sorunun, gelsin, hazırlıksız yakalanmayacağım nasılsa. Her yanımı gürültü sarmış, ağzına kadar dolu bataklığın emip duruşu sürekli, dalgalanan dev eğreltiotları, dingin uçurumlar barındıran fundalıklarda boğulan rüzgâr; yaşamım ve bildik nakaratları. Görmek için, değişmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar, gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı, işte bunun için geldim. Yaptığım şey, çok önemli olan şey, soluk alıp verip, dumandanmış izlenimi veren sözcükleri yinelemek kendime, Gidemem, kalamam, ne olacak şimdi. Ya duyumsal olarak? Tanrım, yakınmaya hakkım yok, evet o ta kendisi, yalnızca kar altına gömülmüş gibi boğuk çıkıyor sesi, sıcaklığını biraz yitirmiş gibi, uykusunu biraz yitirmiş gibi, iyice ,izleyebiliyorum onları, tüm sesleri, tüm bölümleri, oldukça iyi izleyebiliyorum, soğuk sarıyor her yanımı, ıslaklık da, en azından ben öyle sanıyorum, uzaktayım. Romatizmama gelince, düşünmüyorum artık onu, annem sağlığında romatizma çekerken nasıl bu acı vermediyse bana; şimdi benimki de vermiyor. Akbabayı anımsatan bu yabanıl yüzdeki dirençli ve sabit bakışlar, akbabaların günü belki de bugün. Yukarıdayım ben, aşağıdayım da aynı zamanda, bakışlarım üzerimde, yere uzanmışım, gözlerim yumulu, kulağım emip duran bataklığa yapışık, aynı düşüncedeyiz, hepimiz aynı düşüncedeyiz, eskiden de öyleydi, hep öyleydi, seviyoruz birbirimizi, acıyoruz birbirimize, ama bir de şu var, hiçbir şey gelmiyor elimizden birbirimiz için. En azından bir şey kesinlik kazanmış durumda, bir saat içinde her şey için çok geç olacak, yarım saat içinde, gece olacak, ama henüz olmadı, kesin değil bu, kesin olmayan ne, saltık bir kesinlik bu, günün izin verdiğini gecenin engellemesi yani, bununla uğraşmasını bilenlere, bununla uğraşmak isteyenlere, yeterince gücü olanlara, yeniden denemek için gücü olanlara. Evet, gece olacak, sis dağılacak, tüm dalgınlığıma karşın tanıyorum sisimi, rüzgâr sakinleşecek ve gece göğü bana yolumda bir kez daha kılavuzluk eden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da içinde olmak üzere tüm ışıklarıyla açılacak dağın üzerinde, hadi bekleyelim geceyi. Her şey karışıyor birbirine, zamanlar, zaman kipleri karışıyor birbirine, başlangıçta burada bulunuyordum yalnızca, şu anda hâlâ buradayım, birazdan artık bulunmayacağım burada, yamacın ya da korunun sınırındaki eğreltiotlarının arasında ter döküyor olacağım, karaçamlar, anlamaya çalışmıyorum, bir daha asla anlamaya çalışmayacâğım, böyle diyor insan, şimdilik buradayım, hep buradaydım, hep burada olacağım, artık korkmuyorum büyük sözcüklerden, büyük değil onlar. Gelişimi anımsamıyorum, asla gidemeyeceğim buradan, bana eşlik eden küçük topluluğum, gözlerim yumulu ve yanağıma değen kara toprağın nemini ve katılığını duyumsuyorum, şapkam düştü, uzağa düşmedi ya da rüzgâr sürükledi onu uzağa, boynuma bağlamıştım onu. Bazen deniz, bazen dağlardı, çoğu kez de ormandı, kentti, ovaydı da, evet ovalarda da düşüp kalktım, dört bir yanda açlığın, yaşlılığın eline, ölüme bıraktım kendimi, cinayete kurban gittim, boğuldum, sonra hiç nedensiz can sıkıntısından öldüm, son soluğumu verirken sanki yeni bir yaşam yeşerdi içimde, canlandım, sonra odalarda doğal ölümlerle yüz yüze geldim, yatağıma uzanıp, ev içi tanrılarının gazabına uğradım, hep aynı öyküleri, aynı sözleri, aynı soruları, aynı bilgisizliğin sınırlarındaydım, beddua dökülmedi dudaklarımdan, o kadar da aptal değildim, ya da çıktı da anımsamıyorum bunu. Evet, beni yatıştırması için, bana eşlik etmesi için, sonuna kadar, hep fısıltıylaydı, kulaklarımı açıyordum iyice, eski öyküler için kulaklarımı açıyordum iyice, aynen babamın beni dizlerine oturtup da, bir fener bekçisinin oğlu olan Joe Breem miydi, Breen miydi, birinin öyküsünü, tüm kış boyunca, art arda her akşam okurken yaptığım gibi. Bir öyküydü, bir çocuk öyküsüydü, her şey fırtınada; bir kayanın üzerinde olup bitiyordu, anne ölmüştü, martılar gelip fenere çarpıyorlardı, Joe dişlerinin arasında bir bıçak, denize atlıyordu, yalnızca bunu anımsıyorum, yapması gerekeni yapıyor ve geri dönüyordu, tüm anımsadığım bu akşam, mutlu bir sonla bitiyordu, kötü başlıyor, iyi bitiyordu, her akşam, bir oyundu bu, çocuklar için. Evet, babamdım ben ve çocuğumdum, kendime sorular sordum, elimden geldiğince yanıtladım bunları, art arda her akşam anlattırdım kendime, ezbere bildiğim ama bir türlü inanamadığım bu aynı eski öyküyü, ya da el ele, hiç konuşmadan, kendi dünyalarımıza gömülmüş, her birimiz kendi dünyasına gömülmüş, eller birbirinin içinde unutulmuş yürüdük. İşte şu ana kadar böyle dayanabildim. Bu akşam da işler yolunda görünüyor, kollarımın arasındayım ben, kendimi kollarımın arasında, büyük bir sevgiyle olma sa da bağlılıkla, evet bağlılıkla tutuyorum: Uyu şimdi, şu uzaktaki lambanın altındaki gibi, birbirine sarılmış, bu kadar çok konuşmaktan, bu kadar çok dinlemekten, bu kadar çabalamaktan ve oynamaktan yorgun düşmüş.

ıı.

......
Bırak, bırak tüm bunları diyecektim. Kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi. Biri kalkıp gidecek, giden ben olacağım, ben olmayacağım o, ben burada olacağım, buradan uzaktayım diyeceğim, ben olmayacağım o, hiçbir şey söylemeyeceğim, bir öykü anlatılacak, biri bir öykü anlatmaya çabalayacak. Evet, yadsımıyorum artık, her şey düzmece, hiç kimse yok, anlaşıldı değil mi, hiçbir şey yok, tümceler de kalmadı, hadi alıklaşalım, tüm zamanların, tüm zaman kiplerinin alığı olalım, sona ermesini beklerken bunun, her şeyin geçip sona ermesini, seslerin kesilmesini, yalnızca sesler var, yalnızca yalanlar. Buradan, gitmek buradan ve başka bir yere varmak, ya da kalmak burada ama bir aşağı bir yukarı dolanarak. Önce kımılda, bir beden gerekli, eskisi gibi, yadsımıyorum bunu, yadsımayacağım artık, bir bedenim var diyeceğim, ayağa kalkacağım, yaşamak diyeceğim buna, benim diyeceğim, ayağa kalkacağım, düşünmeyi bırakacağım, işimle dolu olacağım, ayakta durmakla, ayakta durmayı sürdürmekle, yer değiştirmekle, katlanmakla, yarına, gelecek haftaya sağ çıkmaya çalışmakla, yeterli olacak fazlasıyla bütün bunlar, bir hafta, ilkbaharda bir hafta fazlasıyla yeterli olacak, yaşam şırıngalayacak içimize. Arzulamak yeterli bunu, arzulayacağım ben de, bir bedenim olmasını arzulayacağım, bir kafam olmasını arzulayacağım, birazcık kuvvet, birazcık da cesaret, şimdi koyuluyorum işe, bir hafta çok çabuk geçti, sonra döndüm buraya, şu karışık yere, günlerden uzak, günler uzak, kolay olmayacak. Peki neden tüm bunlardan sonra, hayır, hayır, bırak, başlama yeniden, dinleme tüm bunları, tüm bunlar deme, her şey eski, her şey eşdeğerde, yazgıları böyle yazıldı. Ayaklarının üzerindesin işte şimdi,doğruluğuna ant içerim, senin bunlar, benim bu, ant içerim, oynat ellerini, dokun kafana, usun orada işte, bir çalışmasa çuvallardın anında, başka yerlerine geçelim şimdi, daha aşağı bölgelere, onlara da gereksinmen var, söyle bakalım neye benziyorsun, bir tahminde bulun, nasıl bir adamsın, bir erkek gerekiyor, ya da bir kadın, bacakaranı yokla bir, güzellik zorunlu değil, güçlülük de öyle, bir hafta kısa bir süre, kimse sevmeyecek seni, korkma sakın. Hayır, böyle değil, çok ani oldu, korkuya kapıldım. Ama başlamak için debelenmeyi bıraksan, öldürmeyecekler seni, kimse seni sevmeyecek, kimse seni öldürmeyecek, belki Gobi çölünde bulacaksın kendini, yuvanda hissedeceksin orada. Seni burada bekleyeceğim, hayır, yalnızım, yalnızım ben, bu kez benim gitmem gerekiyor. Nasıl yapacağımı bilmiyorum, bir adam, bir tür adam, yaş almış bir çocuk olacağım, zorunluyum buna, bir dadım olacak, üstüme titreyecek benim, karşıdan karşıya geçerken elimden tutacak, parklarda özgür bırakacak beni, uslu duracağım, bir köşeye sinip kedi gibi oturacağım ve sakalımı tarayacağım, düzleştireceğim onu, daha yakışıklı, biraz daha yakışıklı olmak için, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, dönme zamanı geldi, diyecek bana. Sorumluluğum olmayacak hiç, tüm sorumluluğumu o üzerine alacak, Bibi olacak adı, Bibi diyeceğim ona, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, uyku zamanı geldi. Tüm bildiklerimi kim öğretti bana, kendi başıma öğrendim, avarelik yıllarımda, doğadan çıkarsadım her şeyi, yaradanın yardımıyla, ben değilim biliyorum, ama çok geç artık, bunu yadsımak için çok geç, bilgi birikimim burada, içindeki kırıntılar, fırtınada sırayla, göz kırpıp duruyor belli aralıklarla, beni aldatmak için. Bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. Kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu. Her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve katedilecek uzamdan soyutlanış. Bir yalıyardan aşağı atmayı denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım vazgeçtim. Beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup, sonra da geri dönmek, ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu. Bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, O ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. Hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, Yarın sarı yaldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. Çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. Bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize. Çabuk çabuk. Ben toplumla pusuya düşen düşmana ateş yağdırırken deniz kuvvetlerinde yapmış olmalıydı askerliğini, belki de Jellicoe’ydu komutanı. Yaşayacak, önümüzde yaşayacak çok zamanımız kalmadı gözüküyor artık, son kışımız bu kuşkusuz, amin. Ölümümüzün neden olacağını soruyoruz birbirimize. O verem diyor kendisi için, bense prostat. Birbirimizi kıskanıyoruz, ben onu kıskanıyorum, o beni kıskanıyor arada sırada. Genel bir tuvalette ayakta, tek başıma, titreyen elimle, iki büklüm olmuş, pelerinimle örtünerek sonda sokuyorum, insanlar yaşlı ve iğrenç bir ihtiyar yerine koyuyor beni. Bu sırada o bir banka oturmuş, öksürüklerle sarsılarak, dolar dolmaz, uygarlık gereği kanala boşalttığı bir enfiye kutusuna tükürerek bekliyor beni. Anayurdumuza layık evlatlar olduk biz, ölmeden önce düşkünlerevine kaldıracaklar bizi. Kamuya açık bir yeşil alanda aynı anda güneşin ışıklarıyla bedava bir bankı bir araya getirmeye çalışarak geçiriyoruz yaşamımızı (o bizim yaşamımız), doğaya biraz geç yaşta gönül düşürdük, kimi yerlerde herkese ait o. Alçak sesle, soluksuz kala kala bir önceki günün gazetesini okuyor bana, gözleri görmeseydi keşke. At yarışları ortak tutkumuz, tazı yarışları da, siyasi görüşümüz yok ikimizin de, yine de biraz cumhuriyetçi sayılırız. Ama Winsdor, Hanoverian, başka neydi, Hohenzollern’lerle de ilgileniyoruz. Tazı ve at yarışları haberlerini özümsedikten sonra insana ait hiçbir şey yabancı değil bize. Hayır, yalnız başıma, çok daha iyi olacağım yalnız başıma, daha hızlı gidecek. Yiyecek bir şeyler veriyordu bana, bir domuz kasabıyla arkadaştı, canım boğazımdan geliyordu salamları ağzıma tıkarken. Avuntu veren sözleriyle, kansere yaptığı göndermelerle, ölümsüz sarhoşlukları anımsatışlarıyla mezarına bir taş dikemememin üzüntüsünü unutturmaya çalışıyordu bana. Bense, kendi ufuklarımda yoğunlaşacağıma (onları bir kamyonun altına fırlatmama olanak verirdi bu), usumu onun anlattığı şeylerle meşgul edip duruyordum. Haydi, silah arkadaşım, bırak tüm bunları, artık düşünme, demem gerekiyordu ona, ama düşünme yetisini yitiren kardeşlik duygusunun alıklaştırdığı ben olmuştum. Bir de yapmam zorunlu olan şeyler vardı! Spora gönül verenlerin meyhaneler açılmadan önce, günün erken saatinde, bahislerini sağlıklı bir biçimde oynayabilmek için topluluklar oluşturduğu Duggan’ın dükkanının önünde sabahın onunda güneş de açsa, dolu da yağsa gitmem gereken buluşmalar örneğin. Bakın, ölmüştük, zamanımızı doldurmuştuk (ne güzel, ne güzel) ama nasıl da dakiktik, belirtmeliyim bunu. Vincent’ın kalıntılarının, sicim gibi yağan bir yağmurda, omuzlarını istemeyerek de olsa kurt bir denizci gibi neşeyle iki yana sallaya sallaya, kafası kan lekeli kirli bezlerle sarılı, gözlerinde bir parıltıyla gelişini görmek, iyi bir gözlemci için insanın zevk uğruna neler yapabileceğini gösteren mükemmel bir örnekti. Sanki hızlı bir denizci dansına başlayacakmış gibi bir eliyle göğüs kemiğini, ötekinin üstüyle omurgasını tutuyordu, hayır, yalnızca anı bunlar, tufandan önceki son kaçamaklar. Hiç kimsenin bulunmadığı, hiçbir şeyin olup bitmediği burada neler olup bitiyor bir bakalım şimdi, bir şeyler olmasını, birinin gelmesini sağlayalım, sonra bir son verelim buna, sessizlik olsun, sessizliğin benim yaşam ve ölümlerimin seslerinden başka bir gürültünün içine doğru yol alalım, öykümün içine girelim, çıkmak için girelim, hayır, hiçbir anlam taşımıyor bu söylediklerim. Sonunda benim diyebileceğim, kendime layık zehirler hazırlayabileceğim bir kafaya, ve yollara düşmek için bacaklara sahip olacak mıyım, oraya ulaşacağım sonunda, gidebileceğim sonunda, tüm istediğim bu işte, hayır, elimden gelmiyor bir şey istemek. Yalnızca bir kafa, iki de bacak, hayır, ortada bir bacak, zıplaya zıplaya giderdim. Ya da yalnızca yusyuvarlak ve dümdüz kafa yeterli olurdu, yüz çizgilerine gerek yoktu, arı gibi bir usa indirgenip, yokuşların eğilimlerine uyarak yuvarlanıp giderdim, hayır, bu da olmayacak, her şey yükselti halinde burada, bacak ya da eşdeğerde bir şey gerekiyor burada, kasılıp büzülebilen birkaç halka örneğin, böylece uzağa gidilebilirdi. Duggan’ın dükkanının kapısından, yağmurlu ve güneşli bir bahar günü, akşama çıkıp çıkmayacağını bilmeden yola koyulmak, bir terslik mi var burada? Çok kolay olurdu. Kalabalığın, çemberlerin ve balonların arasında, bu beden ya da başka bir bedende, dost bir kolun tuttuğu bu kolda, kolsuz, elsiz ve bu titreyen ruhların içinde ruhsuz bu elde gömülü saklı olmak, ne terslik var burada? Bilmiyorum, buradayım ben, tüm bildiğim bu, ve hala ben değilim o, işte düzenlemenin burada yapılması gerekiyor. Göze görünen bir beden yok, ölmenin olanağı da. Bırak tüm bunları, tüm bunları sözcüklerinin hangi anlama geldiğini hiç bilmeden, bırakmak istemek tüm bunları, çabuk söyledik, çabuk bitirdik, boşuna oldu, hiçbir şey kımıldamadı yerinden, kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmayacak burada, hiç kimse gelmeyecek buraya uzun süre. Gidişler, öyküler, yarın hiç düşünülmedi. Ve sesler (nereden gelirse gelsinler) bir yaşamdan yoksun.

22 Aralık 2013

Zygmunt Bauman

Aralarında bağ kuramayan insanlar kablolu/kablosuz bağlanmaktalar… Yine de olmayan ya da küflenmiş bağların bıraktığı boşluğu dolduran herhangi bir bağın sürekliliğinin garantisi yoktur. Daha ilk dekor değişiminde hiç ara vermeden yeniden bağsız kalabilmek için yüzergezer kalmalıdırlar. Şu kesindir: Akışkan modernite içinde tekrar tekrar bağsız kalırlar

21 Aralık 2013

samuel beckett

şu uğursuz zaman hikayelerinizle bana yeteri kadar işkence yapmadınız mı? anlamsız bir şey bu! ne zaman! ne zaman! günün birinde! yetmez mi işte! başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum. günün birinde sağır olacağız. günün birinde doğduk, günün birinde öleceğiz. aynı gün, aynı an, size yetmiyor mu bu kadarını bilmek? bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir.

20 Aralık 2013

bilge karasu

Omzunu öpüyorum. Bu da, bir soruyu yanıtlamanın biçimlerinden biri olabilir.

19 Aralık 2013

edip cansever ...dökümcü niko ve arkadaşları

siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, izzetin yaylı arabasının yanında
çok güzel bir duruşum var
günün evlerini geçiyorum şimdi kendime iyilikler söyleyerek
tane tane sokaklar bırakıyorum arkamda
birinde bir kedilik olan, birinde bir sokak lambası sallanan
sokaklar bırakıyorum ben
ben deyince bir daha ben demek istiyorum, mutlu oluyorum böylece
sanırım argos'a çıktıklarından bu yana fenikelilerin
yapayalnız bıraktılar beni. doğrusu bir yaz günüydü, kıyılarımız pek güzeldi
artıkgözlerin bin türlü sudan, bin türlü zamandan öyle bir koyulaştılar
ve alnım bembeyazdı ve boynum çok uzundu
bu çakıllar akardı o zaman, bu şehirler toz bulutuydu
ben işte çok yaşadıysam, ben böyle hep yaşadıysam
bu ölümsüz bir yalnızlıktan, bu ölümsüz bir yalnızlıktan
diyorum. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
insanları tanımlıyorum ben, ölçüm o insanların iyiliklerinden
şehirleri tanımlıyorum ben, ölçüm o şehirlerin büyülerinden
söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan
oydum ki derim:
izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
sanki onlar io'yla fenikeli kaptanın sevişmesinden
bir güzel koşumlardı, gittikçe çoğlaırlardı
sonra bir düşünürdüm ki, hangisi benim bu cümlelerin
hep aynı cümlelerin: izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
sözgelimi sabahları olmayacak balıkları satan madam hayguhinin
kendini görmek için yerin ve göğün kar tutmasını bekleyen madam hayguhinin
ıslak bakışlarını durmadan yer değiştirirkenki
ve kanından rengine akan bir tramvay gibi sanki
bir anlatımı olabilir mi dersiniz
izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
olabilir mi?

ben sarı kanlı bir ağaca benziyorum burada
sonra ben ve bütün iyilikler kırmızı bir boyayla duvara
sürülmüş bir çarpı işareti gibi duruyoruz
ve bu çarpıyı gezdiriyoruz sırtımızda ayrıca.

sahyon'u tanımak ister misiniz? süryani, ayakkabı tamircisi
oltacı eyüb'ü, madrabaz, hayguhi'yi, iranlı celal'i
arabacı izzet'le nuri'yi de
sonra k. kilisesinin papazıyla, iskele memuru yahya gelir ki
belvü otelinin garsonu kleanti, hizmetçi firdevs
öğretmen rıza ile fener bekçisi salih gelir ki
şimdilik tam on iki, bir de ben
ben, yani dökümcü niko
bir akşam üstü saatinden kaçırılmış bahçeler gibi
hepimiz
bir ağaç altında olsun, içi boş bir bostan kuyusunun yanıbaşında olsun.

ve solgun yaz büfelerinin ve karpuz sergilerinin
yanıbaşında olsun.
ve sessiz meyhanelerin ve batık gemilerin
içimizdeki yerlerinin yanıbaşında
ve uzun gecelerde ve çocuklar görürlerken kendilerini
ve sokaklar bir aydınlık gibi düşerken sokaklıklarına
ve siyah halelerle başımızdaki vardık ki, biz bunu anlatacağız
duvar duvar çizilmiş çarpı işaretleri gibi
biz bunu anlatacağız
sevginin bu ölümcül biçimlerini ve belki.

ıı.

sordular. sorular benim insanlarımdır. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
kendimi açıklıyorum, ölçümse kendimin derinliklerinden
sanırım bir pazar sabahıydı, iki kız çocuğu son baharı tartaklıyordu
kepenkleri indirilmiş bir dükkanın önünde
ve yollardan yaban hurmalarının sarktığı
-sonbahar, belki de bir hüznün özgül ağırlığı
yapılmamış lautrec resimleri ve
bir mektuptu belki de
birinin bilmeden ona bir şeyler sardığı
sonbahar-
ansızın k. kilisesinin papazı tertemiz giysileriyle
yanındaki iki kişiden sıyrılarak
geldi ve durdu - bunu bir iki kez söylemek gerek-
ben onu her türlü kuşkularından tanıyordum. dedim ki
günaydın. sanırım iyi bir gün olacak. pazar mı
ve dedim, evinizden yeni çıkmışa benziyorsunuz
sustu, beni pek yanıtlamadı
ve yüzündeki bir kayanın sımsıcak kırmızısını
daha bir çoğaltarak
ilk yarısını anlatmadığı bir olayın
gerisini anlatmaya başladı ara vermeden
peki, dedim, o olay sadece sizin olacak
aziz yohanna var ya, tanırsınız elbette bu azizi
tuhaftır, ben de yarıdan sonrasını biliyorum bu hikayenin
demek oluyor ki ne siz beni tanımış oluyorsunuz
ne de ben sizi
o benden daha önce davrandı, gidip bir evin duvarındaki çeşmeden su içti
döndüğünde çok uzaklardan üstümüze doğru
bir ayçiçeği anlaşılmaz bir şekilde çözülüyordu
-ben sarışın mı dedim, evet mi dedim-
ve k. kilisesinin papazı dedi
yürümem gerekecek, dün gece eve hiç uğramadım
bazı taşlarla uğraştım, bir ara bir kuş ölüsü buldum
gecenin biraz eski renginde
-bir giriş noktası mı dediniz, evet mi dediniz-
doğrusunu isterseniz görebildiğim her şey
bir yuvarlağın tersyüz edilmiş şekli gibi
hiçbir şey anlatmıyordu. siz iyi söylediniz
o olay sadece benim olacak.

ııı.

humour, diyordu iranlı celal ve gayrı ciddi olmak
bir korunma biçimidir yahut yaşamak
saat on dört sularında idi, içkimizi
içiyorduk idi ki, bir pul ingiliz kraliçesini gösteriyordu
bir bardak uzaydan bir kesiti
pencereler bir bilinmezliği sürüyordu içimize
ve doğa
konuştuğumuz bir şey gibi duruyordu, tam öyle duruyordu
sıkıntıya boğulmuş kelimeler halinde
bir tabağın içinde kavun getirdi kleanti
bugün bir eşya gibi duruyor nedense. ya da bir eşya onu
yansıtıyor olmalı ki
rakımızdan bir parça içti ve
gitti gitti gitti gitti gitti
ben upuzun bir mesinayı sanki çok karıştırarak
durdurdum kleanti'yi
durdurdum dünyanın bizlere bakarak
sanırım bir toplantının en tuhaf şekilleriydik
ve bu toplantıydı ki durmadan olmak
durmadan olmak
durmadan olmak gibi bir şeydi ki, değildi
tekdüze bir ölümün gelişinden soy olmak
ve gerilmek ve kalmak
o bile değildi de
gayrı ciddi olmak, diyordu iranlı celal ve humour
bir korunma biçimidir yahut yaşamak
yaralı bir keler balığı tutarında

ve mezat yerlerinde dolaşan adamlar gibi neden sanki böyle
olduğumuzu anlamayarak
yaldızlı bir boy aynasının eski bir gramofonla yanyana durması
gibi
bir çamaşır makinasıyla
yanyana durması gibi
rakımızı içiyoruz ve bütün bunları kutlamıyoruz ki
tersine, iranlı celal ağlamaklı oluyor biraz
yenilmek susmak yenilmek susmak
saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
saat derseniz
kaçı gösteriyor ve sormak
ona söylüyorum, kleanti'ye, elimde olmayarak
biz dünyanın nasıl bir anlamını taşıyoruz kleanti
bilmem! tabakla kavuna bakıyor. nuri'yle sol eli görünüyor az
uzaktan

sonra sağ eli görünüyor, onu bir gölgeden kurtararak
bize doğru geliyor, elinde bir yılan balığı, aydınlık
yaratılmış ve uzun bir aydınlık
hiçbir şey söylemeden oturuyor. havaya kaldırıyor yılan
balığını kleanti
hiç bilmediği bir ülkeye doğru kaldırıyor
ülkeler ki, diyor, kullanılmamış eşyalarla doldurulmuş
odalar gibidir
ülkeler ki bizim kendimizi orada varsaydığımız yerlerdir
bir trenle gidilir
bir yılan balığıyla gidilir. nuri diyor ki
bana nasıl geliyorsunuz bilseniz
ben sizlere gitmek istiyordum, gittim
ben sizlere inmek istiyordum, indim

ama siz var ya, bir bakıma siz
boşluklara asılı bir istasyon gibisiniz

biz neyiz, biz neyiz
dedik ve sustuk
susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.

ıv.

siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, sizin beni gördüğünüzün dışında
pek denenmemiş bir duruşum var
günün 'her şey'lerini geçiyorum şimdi, kendime iyilikler söylerek
tane tane başlıklar bırakarak arkamda
birinde bir umulmazlık olan, birinde bir kargaşalık sallanan
başkalıklar bırakıyorum
ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki herşey iyi olur
olmuyor, bilmiyorum.

fener bekçisi salih anlatıyor


anlatırım. 444'e benzer bir bahçenin ortasındaydım
böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındaydım
diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
düştüğü günüdür ki, ben salih
elleri çok görünür, yüzleri çok görünür, salihlere bölünür
ve dünyanın ıssızlığından koparak
ilkelsi bir ıssızlığa yavaşça
doğar ve ölür
dünyanın en doğal örtüsüdür, o salih
ölümün saydam ve kıpırtısız sallantısını sürdürür
bir kemik biraz etlenir, bir deri biraz kirlenir
renkler ki sorumsuzsa kımıltı kesinleşir
neden salih olur -bir kuştur
bir balığın şaşkın ve çaresiz duruşudur. dünyanın
o tükenmez ıssızlığından getirip
yeni bir ıssızlığa yavaşça
kendini koyuyorsa olmuştur-
denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
o kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
ben salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak ediminden bir salih
ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim...
başkaca bir şey yoktur
varsa da anlayamam, bende hiçbir şey barınamaz
salihin kendi bile
bende hiç barınamaz
neden derseniz, ben biraz 'ertesi gün' gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim
bilmem ne kadar 'her gün' geçirdim, bilmem de
bütün günler birbirine benzer, 10'lara, 100'lere, 1000'lere benzer
ve biraz 100000'lere
fazlası fazladır artık, 'çıt yok' bile değildir
'bir ölü hiç duyamaz,' o bile değildir de
kim sessizliği bir av gibi öğütürse bu odur
o, yani fener bekçisi salihse
kendimi pek tanımam, varsa da ben tanımam
doğrusu fener bekçisi salih olduğuma göre
ben işte fener bekçisi salihim, derim
bu bakımdan kendimim: fenerim, salihim, 2+1 lere, 1-2 lere benzerim
birden gök girer gözlerimden ve çıkar
bir şimşek kokusu dalar içime ve uzaklaşır
bir imdat sesi duyarım kimi zaman da , tamam mı
bu kimin sesi olmalı, bir ses mi yoksa bir yansıma mı
bilmem.

bilemem, öyle bir salihim ki ben, onda hiçbir şey barınamaz
salihin kendi bile
diyelim bir ekmek alırım çarşıdan, yesem de unuturum onu, yemesem de
bir çocuk 'sabah oldu' der, sökemem bir türlü bu sözün anlamını
sözgelimi bir japon elması -neden olmasın-
yığılır da içime taslağı gibi salihin
bir hiçlik gibi yakar, yakar da canımı
ben fener bekçisi salih olduğuma göre
-bir bardak su, açık duran bir kapının pervazı da olabilir bu-
duyamam.
sonra ben kendimi bir şey yapıyor saymak bakımından tehlikeliyim
neden derseniz, biraz öyleyim
mesela hiç yoktan canım sıkılır bir gün -ne yapsam-
ne mi yapsam, alırım bir kağıt elime, üstüne bir şeyler çizerim
çizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemez
ne dersin salih? evet! onu ben bir ağaca gizlice iğnelerim
çocuklar, sonra bir takım adamlar bu işaretlere bakar bakar bakarlar
ben fenerin tepesinden onları seyrederim
-sorarım, söyleyin bana, kaçınabilir miyim-
bilmem ne kadar 'her saat geçer böylece
onlar, o durgun bakıcılar
şaşkınlığın engin ve küçümser gülüşüyle
bir başka yaratıklar olmaya başladılar mı öyle
yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
ölçüsüz ve tanımlanmamış yaratıkları
gibi olmaya başladılar mı
benim varlığım salihin varlığıdır artık
ya onların geride bıraktıkları
satın alacakları bir eşya -bir sürü ıvır zıvır-
park gibi, müze gibi bir yer uğrayacakları
olamaz mı gereksiz bir gevezelik de -neden olmasın-
diyelim -ne gülünç şey- biriyle yatacakları
sanki bir imza atacakları bir kağıdın üstüne
kötümser, dalgın, kapıcıyı çağırıp..
-yaşamın o buruk, o sevimsiz notları-
hani bir gazete okuyacakları belki ya da bir dergi
ya da telefonda birini..
duralım
ya ansızın bir şeylere benzetirlerse bu işaretleri
onlar, o durgun bakıcılar
demeye kalmaz, benzetirler de
sorarım, söyleyin bana, bir şeyler yapacak olan salihse
ne yapsın.
ne yapsını var mı, bir bez parçasının üstüne
olmadı bir duvarın, bir oğlak derisinin üstüne
yeniden çizecektir her türlü işaretlerini salih
doğrusu fener bekçisi salih olduğuna göre
elinden ne gelirse onu yapacaktır
yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
salihi olduğuna göre.

bendeki tek şey bir yunus balığıdır, görseniz
88'e benzer bir yunus balığıdır, görseniz
çok acı bir şekilde yunus olmaktan
ve kendinden korkmadan suya indiği
yalnızlığın insanları barındıran içine
dalıverdiği bir yunus
ve tekrar çıktığında sayısız öpen bizi
salihi
ve yunusla salihin sayısız kesiştiği
bir yunus
ben onu kuşatırım, o bütün açlığıyla tüketir içimdekileri
yunus!
bize söylüyorum, diyorum ki, bir yakarış mı bizimkisi
değil mi
ya da bir ölüm sessizliği mi, ne
hangisi
ve ne yapsak bu iri, bu güçlü, bu cehennem yüklü gövdeyi
böyle tek olmaktan korkunç güçlenen
ve kendi saldırısıyla yok ettiği kendini
bir parçalanış, bir yitiş
olabilir mi -zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyor
acılar dinlendi, yeniden başlamalıyız-
aşağıdan bağırırlar, salih nerdesin
salih o zaman bilmez nerde olduğunu
salihin işleri çoktur, tırnakları derseniz uzayıp gitmiştir
ölü tırnakları gibi
bir uzun beklemekten tırnakları uzayıp gitmiştir
ve yunus salihse, salihin bir yunus olduğu düşünülürse
her çelişkide yunusun bir şekli durur
doğurur, yaratır, gene doğurur
sayısız yapar bunu
ve salih boşalınca yunustan
onda hiçbir şey barınamaz
salihin kendi bile
onda hiç barınamaz.

ve salih yeniden başlar. bilmem ne kadar 'her saat' geçer akşama kadar
kağıtlar ve tahtalar gibi düşerekten üst üste
ben feneri yakarım, o zaman ben feneri yaktıktan sonra
kontrbas öğretmeni rıza'yı görürüm
bir gece intihar etti, o beni görmez
ben onu görürüm
denizin kumlarla kesiştiği bir yerde
intihar etti
ve ölüm gökyüzünün geceyle çiftleştiği
ve kimselerin iğrenmediği bir aydınlığa
sürükledi rıza'yı
ve yunus ki ölümün fırlattığı bir kinle
o sabah hiç görünmedi
rıza da görünmedi -bende hiçbir şey barınamaz-
kontrbas kara bir 66'ya benziyormuş, öyle
ve rıza 666 gibi bükülmüş, öyle
bir kan kokusu var mıymış, yok muymuş, öyle
ve öyle
insan yaşarken ölüler bırakmalı ardında. ben salih
x'lere, sonsuzlara benzeyen bir salih biçiminde.

anlatırım. 444'benzer bir bahçenin ortasındayım
böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayım
diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
düştüğü günüdür ki, ben salih
adımın bir kusuru vardır yalnız, bana kalırsa
ya sanus olmalıydı, diyorum, ya lihyu
bir anlamı olurdu
bir anlamı olurdu

kontrbas öğretmeni rıza diyor ki

ölümüm yeni bir şey olmadı, vardı.

ben traş olduğum zaman saat on üçtü, diyebilirim
kolacıdan gömleğimi aldığımda saat on sekiz
saat yirmi birdi tetiği çektiğimde
neden derseniz
saat yirmi birdi tetiği çektiğimde
ve nasıldı, derseniz, bunu anlatabilirim
ve gittikçe çoğalan ve elimde olmayan
bir boğuntudan doğmuş gibiydi
bunu anlatabilirim.

kolacıdan gömleğimi aldığımda saat on sekiz
bir bira ancak içebildim
bilardo oynayanları seyrettim -bilardo bilir misiniz-
yani bir kilisenin avlusunda biraz gezindim
bir konsolosluk binasının önüne ancak gelebildim ki
üç kavas gördüm, başbaşa vermiş konuşuyorlardı
üç kavas
hatmiler, şimşirler, menekşe gülleriyle çevrilmiş
bir mezarlığın sözcüleri gibi
-zakkumları mezarlara yakın dikmeseler ne iyi
-ölümün rengi oluyor
ancak duyabildim.

ve tıraş olduğum zaman saat on üçtü
diyebilirim
kapı numaram yirmi bir
kağıt oynuyordu üç kavas
ölümün bekleme salonları olmalı ki
kağıt oynuyordu üç kavas
ben ancak girebildim.

saat yirmi birdi ve neydim
bin dokuz yüz yirmi birdi ve neydim
-bir göl ki çocukluğumdan beri içimde
ve güneş açtıkça sırıtan
üç kavas-
bir bira ancak içebildim
neden derseniz
bir yaradılış gibiydi ölüm, bana hiç danışmadan
ve müthiş bir boğuntudan sızmış gibiydi
ve saat yirmi birdi ve benim
aklımda birşey vardı
üç kavas tarafından paylaşılan
gibi birşey vardı aklımda.


anlatıyor oltacı eyüp anlatılmazını


sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
benim öyküm yok
çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
ince bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
kovalanıyor
ve taşlar bir katılıktan başka bir katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur eyüp
eyübün korkusudur
-evet anlıyorum-

anlıyorum da bir yana,sorduğum en derin şeydir eyüp
sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
dışımdan bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
başı boş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
anlamı bir gibidir,anlamı bir gibidir
beni kimse bulamaz
beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, eyübü
çünkü
ben onu ayrı tutarım
nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
dediğim kadar da uzundur
ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
ben kendimi çözerken?..

çıktım. sabahın ilk saatleri. gizlene gizlene kıyıya vardım
denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
belki de olmadılar,sonrada hiç olmadılar
bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
yavaşça geçtilerse de yanımdan
ben sordum:doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
o benim korkum
olabilir mi
bilemem,kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
bana öyle geliyor
ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
denize uzuyorum
ben denize uzadıkça da kocaman bir eyüp oluyor deniz
kim bilir, bu da bir saklanma biçimi -belki-
ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
saklanıyorum böylece
sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
diyorum: geldim
ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
dur şimdi eyüp! duruyorum, dinlerim ben eyübü
ayağa kalkıyorum
önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
seni hiç bulamazlar
beni hiç bulamazlar,eyübü
bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
eyüp!
-evet anlıyorum-

bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
insanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
ben bunu biliyorum
bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
üç çocuğumla beni arıyordur
ve benim korkum eyübün korkusu olduğuna göre
eyüp!
-evet anlıyorum-
ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
yüzleri nasıldı, biliyor muyum
hayır ,size yemin ederim ki bilmem
daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
eyüp hiç evlenmedi
yani
böyleyken korkuyorum , çarşıdan geçemiyorum
eyüp! eyüp! eyüp!
dönüp arkama bakamıyorum, oltalarımı eskitemiyorum
ve sorarsam ben soruyorum:eyüp ne haber?
ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.

onlar beni bulamaya dursunlar, ben bazı kağıtlar buluyorum
eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşın üstünde
birtakım renkli kağıtlar
bazen de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
kocaman bir eyüp yazan en üst köşede
korkuyla bakıyorum
bakmamla yırtmam bir oluyor. sonra bir güzel çukur kazıyorum
dolduruyorum çukurun içine onları
bulamasınlar diye eyübü
ne olur bulmasınlar
ama hiç bulmasınlar, olur mu
sağ elimde bir sakatlık var,onu da
sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
bulsalar ne yapacaklar
bulsalar?..
bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
ikiye,üçe, sonra tekrar ikilere,üçlere
dağılan bir meydanın ortasında ben
ve olanca eyüplüğümle işte
ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.

yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanı üstünde
anlaşılması güç bir acının boşluğunda etkinliğini deniyor
denedikçe de
ben anlatmaya yetiştiremiyorum anlatılmazımı
yetişemiyorum
demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. öyleyse
beni kimse bulamaz
saat desem; meydan saati- zaten işlemiyor
işlemeyince de
her şey bir ıssızlığın içinde. bir de bu 'her şey'
soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
öyle mi
bir yanıt:evet öyle.

iki tel parçası yalnız taş kabartmanın üstünde
iki tel parçası ve
zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
gittikçe katılaşıyor
ve bir köstebek gibi dolaştırıyor beni içinde
alışıyorum buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
neden mi, bilmem ki, sormuyor işte
mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
sonra bir daha düşünüyorum, düşüren ben değilim de sanki
ve düşen dondurma değil de
her şey hiç kımıldamadan öyle duruyor
yalnız durmak da değil, soruyor bir beton heybetiyle
öyle mi
bir yanıt: evet öyle

bulsalar? şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
bulmak istese bile
bulamaz
ama ben oltacı eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
eyübüm gene
eyüplere bölünmüş bir eyübüm ben
gece
fenerimi yaksam mı, karanlığımı
bekleyip dursam mı öylece.


hizmetçi firdevs ve cam bölmeler



hepsini bitirdin mi'ye kadar vaktim var
varsa var, ben koca götlü bir kadınım alt tarafı, cam bölmeleri siliyorum
binlerce cam bölmeyi siliyorum, "neden hiç bitmiyor'a kadar
durmadan siliyorum, bunu hep yapıyorum, kurtulamıyorum
kurtulsam da ne çıkar, ben içi geçmiş bir kadınım alt tarafı
anlarsanız siz anlarsınız beni, ben anlayamam.

ve bana kızıyorlar, bilmem ki, nedense kızıyorlar
başımda duruyorlar, yanımdan geçiyorlar, ansızın geri dönüyorlar
üstüme dikiyorlar birden gözlerini
konuşsam konuştuklarımı
düşünsem düşündüklerimi görüyorlar
ne yapsam görüyorlar, örneğin
sabahları ben uyanır uyanmaz
dışarı çıkar çıkmaz yolumu kesiyorlar
yalnız yolumu kesseler iyi, bir de bakıyorum ki yüzlerine
çoktan onların olmuş gece gördüğüm rüyalar

sanki dünyada değil, dünyayı paylaşmış gibi yaşıyor onlar
ben içi geçmiş bir kadınım alt tarafı, cam bölmeleri siliyorum
binlerce cam bölmeyi siliyorum, neden hiç bitmiyor'a kadar
durmadan siliyorum, bunu hep yapıyorum, kurtulamıyorum
o kadar kurtulamıyorum ki, bir gün ansızın
yaşamak ben oluyorum. firdevs ki birden yok oluyor
ve zaman ben oluyorum
boşluğun kendisi ben olunca da, firdevs cam bölmelerin içinde
boşluğun arta kalan parçalarına benziyor.

Aslında çağrılmayan yakup'un ilk baskısında dökümcü niko'nun 12 arkadaşından
bahsediliyor. 'fener bekçisi salih, kontrbas öğretmeni rıza,
oltacı eyüp, hizmetçi firdevs, iskele memuru yahya, ayakkabı tamircisi
sahyon, madrabaz ya da madam hayguhi, iranlı celal, arabacı izzet,
nuri, k. kilisesinin papazı ve belvü otelinin garsonu kleanti...

ancak cansever toplu şiirler kitabına bazı kısımları almamıştır.. sadece yukarıdaki bölümler mevcuttur.

bu bölümler şimdi ki baskılarında yoktur.


iskele memuru Yahya


ben bu şehirde yoktum, bu korkunç uğultular
bir çölde susuyordum yanımdan fışkırdılar.


sahyon ayakkabı tamircisi


nelerin sonradan olmadığı, nelerin unutulduğu
bir soru

akşamları her yerde, sabahları her yerde
kaldırıp yüzümüzü ve dalıp gitmişçesine öyle
bir şeyin bir şey için durmadan konuşulduğu
sadece konuşulduğu avuntunun diliyle
bir soru.

sanırım bir ölünün gelip gelip durduğu
ölü bir ülkeysem de, o ülkeyi yaratan
etkileyen durumu
unutunca ben olduğumu - soru mu
değil. çiviler ve çirişler müthiş uygun duruyor
ellerime -

onlarla konuşuyorum -kim onlar - bir raslantı arıyorum kendime
nasıl, ne gibi
desem ki sözler vardır, biriyle karşılaştırır beni
konuşmanın içinde
yaşamama girmeyen, saptayan düşlerimi
ve derim ki bir gülün tersine açmasıdır solması
ben kendime uygun dururum
yakar alçaktaki bir kuş yakından görünmemi.

korkunç bir şekilde gerekliydi
acısını duymam ve
alışmam ve gereksinmem
korkunç bir şekilde gerekliydi

güçlüydüm, yerimdeydim, eksiğim benim
yenik bir savaşçı gibi önceden
bana hiç verilmeyenden, bu yüzden
elimde olmayan bir şeyden.

soru mu? değil. çiviler ve çirişler müthiş uygun duruyor
baktım içeri dopdolu, yaşayan çizgilerden
tezgahımda gezinen ve ellerimde
bıçağımın altında yolumu kesen
büyüyen, yayılan, dolduran dört yanımı
ve bölen benliğimi, ayıran beni kendimden
bıktım içleri dopdolu
yaşayan çizgilerden.

.............................

ya da bir tükeniş mi bu edilgenliğimden,

nasıl, ne gibi
kime ve neden.

bir özlemdir sadece her açtığı gedikten
sızan, acısını duyuran ve gereksindiren.

18 Aralık 2013

ahmet hamdi tampınar

Bu ânı yaşamıyor değilim. Yalnız bana o kadar beklenmedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki, ne yapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat, yaşam aşkı, hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünmemek hastalığına müptelayım.

17 Aralık 2013

karl marks

İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle değiş-tokuş edebilirsiniz… Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven bir birey olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir birey yapamıyorsanız, sevginiz bir talihsizlikti

16 Aralık 2013

bilge karasu

Senin için yazmamış olduğum bütün aşkları, yeniden, baştan, yazmayı istedim. Sana.. hepsi senin olacaktı… Suçunu kimseye yükleyemem bir aşk sabahı yoluna çıkışımı. Gözyaşları ardına süzülen dünyaların kırık titrekliği ile eriyordun ışıkta. Işıklaşıyordu kapkara saçların. Başın önüne eğikti ve daha seni bilemeden, yüzünün yeniliğinde susmağa başladım. Üç defa ışıktan çalmak istedim seni.. bir kolun, bir koltuğun, bir elin kavrayışında. Üçüncüde ben kasıldım. Sense denizle ışığın boğuştuğu yerdeydin. Kış henüz geriniyordu; ötende nisanlaştı. Mevsimler uzunluğunca peşinden geldim.
Susuyordum hep. Ama, yanına gelip, durduğumu, durup durup daldığımı, senin için söylediğim sözleri yanındakilere dönerek söylediğimi fark etmişsindir. Bir deniz kenarında, bir gün köprü üstünde, bir de kof bir lodosun çalkantısındaki güvertede, bakıp gülmüştün. Susuyor, anlıyor ve gene susuyorsun sanmıştım.
Bir gün bir çocukluk resmini çıkardın bir kitabının içinden; kokulu, kırışmış. Aldım.. konuştuk. O zaman, nihayet çözülebilen iplerini gerisinde sürüyerek açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. Gecesi, bir elektrik feneri altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. Başını, öylece durgun ve boş, önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. Kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım kapalı gözlerine. Başlarımızın arasından rüzgâr güç süzülecek oldu. Nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. Açılan gözlerinde iki yumuşak fener gördüm. Karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yıllarının sesiyle uğuldadı… Uzaklaştın. Ayrıldık. Yürüdün ışığın altından. Ardında asfalt, ışıkla beraber eriyordu adımlarının içinden, sessizlikte.
İşte o zaman seni, aşılmak istenmeyenin, kendi kendince diretilenin en büyük aşkında, vermemeğe mahkûm ettim. Saçlarının rüzgârı, derinin yıldızlılığı dindi, söndü. Denizlerin, una çevirdikleri kayalıkların anısında, gidip gelen elemini duydum. Zira denize, bu kumsaldan ancak çekilmek kalır. Sense, bu çekilmenin öldürücü sarılışında başkalarını hatırlayarak ağlıyordun. Gözyaşını silemedim: Deniz kurutamaz; tuzu ise yıldızlardan da yakıcı diyorlar.
Ağlıyordun. Sana sarılıp, içinde, bir sıraya girmemi istediğinden. Sen karaya, sağlam toprağa doğru geriliyordun. Bense…
Bir kedicesine gelip yanıma oturduğun temmuz gecesi, aramızda karanlıkla olgun bir dal yükü vardı: Aşılacak bir şey kalmamışlığın yemişi.
Oturduğumuz tahta sıranın her bir çubuğu sert ve serin, çok serindi. Deniz sakin, ağaç sancılı… Kendimizi tekrarlamayalım, demiştim. Kanıyordum hep, sense emiyordun, bereketli toprakların bencilliği ile. Boyuna kanıyordum. Doymamış olacak, dedim, “Bir daha…” dediğinde. “Son bir kere; ama bir daha.”
Aralık kapıların ayrılığında kanıyordum. Uykumda kanadım gene ve kan, bitmek bilmez sevinci ile, akıyordu hep, karanlık analıklara doğru.
Ertesi gün, tesadüf bilmezliğin akışı ile anlattılar seni: “El tutmanın on yedi şeklini okutur,” dediler. Ben hâlâ cömertliğimde, kanıyordum. Işığın damlasına bile lâyık göremedikleri hayatını, başkalarına ait dünyanı söylediler. Pıhtılaşan kanlarımı arzu parçaladı. Kirli suyu sızdı kanın, bu parçalar arasından.
Gece, karanlıkta, kanımı tabanlarında vıcıklaştıra vıcıklaştıra yaklaştın. Boğan, dirilten, zemberekçesine toplayan bir arzu ile yeniden kanadım.
Nihayet sarılmamı umarak gelmiştin. Ondan sonrası kolay gözükmüştü herhalde.
Başlamıştım ama… Kanımın ötesinde, ayrıldık. Gittin, son olarak. Yalnızım şimdi. Karanlık, kansız. Kimseler gelmesin yanıma. İçten sevinç taklidi ile selâmlaşmaya mecbur olmayalım. Yürüyeyim…
İçime, birden öyle geldi ki, hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak… Sonra uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları… Her şeyin ölüme doğuşu, yeniden ölümle..

Bilge Karasu, ‘İlk Susan’, (Kitaptan Seçilmiş Hikayeler, Sayı 12. Ocak 1953

15 Aralık 2013

küçük iskender

yağmurları bü dünyaya ait sanma Çocukluğumdan söz etmek isterim sana, eğer sıkılmazsan. Bir gün otururuz evde, ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. Kaç yaşımdaysam, o kadar yıl sürer konuşmam. Çay pişiririz. Çaydanlığa su yerine votka koyarız sen dilersen. Sonra da sen anlatırsın: Sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları, sevdiğin canlıları, sevdiğin... hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. Ben sıkılmam. Ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. Seni hayal ederken keşfettim sıkılmamanın azametini. Bir insan, bir insanı sıkamaz. Bir insan canı isterse sıkılır. Hacimler açarım sana içimde, dolman için, oraya akman için. Hacimler açarsın bana; çağlayarak gelirim. Endişelenmen gereksiz, Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

14 Aralık 2013

fernando pessoa

Sanat varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır. Danimarka prensi Hamlet'in çektiği çileleri, azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluruz - bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar, zaten aşağılık olmak doğalarında vardır. Aşk, güneş, uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu, kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları. Ne var ki, ister aşk, ister güneş, ister uyuşturucular olsun, hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir. Aşk bıkkınlık verir, umudumuzu kırar. Güneşin ardından uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır. Uyuşturucuların bedeli, organizmayı uyarırken çökertmeleridir. Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir. Sanatta uyumak yoktur, çünkü sanat insanı uyutmaz -rüya görüyor olsak bile. Sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de bir vergisi. Sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız. Sanat denince, zevk veren, ama bize ait olmayan her şey bunun içine girer: gelip geçen birinin bıraktığı iz, bir gülümseyiş, batan güneş, şiir, nesnel evren. Sahip olan, kaybeder. Bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur, çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir.

13 Aralık 2013

jean cocteau

Gerçek durumumuz varolmamak olmasına rağmen, ölenler için üzülüp, doğanlar için seviniyoruz! Kötümserliğimiz bu boşluktan, bu "yaşamamadan" kaynaklanıyor. Bu boşluğun bize sunduğu parantezden yararlanmayı öğütleyen göksel sistem içimizdeki gökyüzünden daha kalıcı olmadığından, süre bir masal olduğu için, boşluk aslında boşluk olmadığı için, uzantılar ve zaman bloğu uzantı ve zaman kavramlarından uzakta ve sabit olarak patlamasına rağmen sonsuzluk bizi aldattığı ve bize süregiden bir zaman verdiği için, son söz olmadığı için insanın hiçbir zaman son sözünü söyleyemeyeceği bilmecenin çözümünü aramadan bu parantezden yararlanmayı öğütleyen bir bilgeliğe sahip olan iyimserliğimiz.

12 Aralık 2013

bilge karasu

Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı

11 Aralık 2013

edip cansever

Oyun Oynayanlar / Edip Cansever






MENZİL CAMBAZI

I

Tam orada, kuru ağacın altında
Ey gök, gülümseme, kayboluyorum.


MENZİL CAMBAZI
(Ağacın kurdu içinden olmazsa ağaca zevk yoktur)

II

Vardı ki bir menzil cambazı pembe iskeletini
Sığdırıp kan kırmızı ölüsünün içine
Doğrulur, evet, oyun özgürlüktür, der
Asar kendini sonsuz deve kemiğinden çengeline

Onurudur anlaşılmamak elbet
San saçları sarı kalbini örten onun
Ki bütün gün bir damla gözyaşının içinde

Bir gül bas oraya, tekrarla kalbini.


MENZİL CAMBAZI
(Çerçi ne satar? Kalbindekini satar)

III

Odur kasabaya her gün bağıran bir çocuk
Taş kesilen bir oyuncuyu anımsamaktan
Yankılanır: paşmağı ince nohudî
Bir boynu ki gök doyuran soyundan

Bir tek evi bile olmaya olmaya olmuş bir kentten geldi
Ufuksuz günlerinde bir han soluyan buraya
Bunaltısını sümbülî bir kuzgunun çektiği
Ve götürdüğü yaz saydamı bir menzil cambazına

Ve odur
Uyanınca her zamanki uykusuzluğundan
Sevilmemek umududur diye gösterdiği her şiirin
Ve taşlaşmış kasabasında yalnız
Çocuk çocuk içindir bir daha.


MENZİL CAMBAZI
(Ses gelir oynar, söz gelir ağlar) 

IV

Aynı zamanda bir çağrışımlar atlasıdır
Dizer şeylerini dünyasına bir bir ve harcar
Yaşayanlar iyi bilir, yaşamak
Bir altılı fesleğeni kanatmaktır biraz
Ruhlarında büyüyen

Ve o fesleğenin simgesidir yaşlandıkça
Yüzlerce çocuğa bölünmüştür ve yanıtı yoktur
Akşamları ruhtan ve gülümsemekten gelen
Gölgesi beyaz bir kederin yok olmuş biçimidir

Odur değil mi
Kokusundan gelir kokusuna koşarken
Harcar ölümsüzlüğünü
Fesleğenin bir yaz akşamı dalgınlığında.


MENZİL CAMBAZI
(Gün çarığı, çarık ayağı akar)

V

O gider oyun kalır yanmış bir kâğıt gibi
Çiçekli bir mintanın yalnız çiçeği kalır
Gene mi yaşlandın yüzün ağır ağır gitmekte

Ey sürahisinden hiç çıkmayan çocuk
Dürter yumuşak bıçağıyla gözlerini
Gözleri dışardaki kuşların kalbinde

O gider oyun kalır bir dağılmışın üstünde
Bir bayram öncesi suskunluğuyla kalır

Ve şudur
Ben ben deyince dudak dudağa düşer.


MENZİL CAMBAZI
(Ot parmakta durduğu kadar durmaz)

VI

Demek ister ki en çok: doğadır sözüm
Ateşler papatyasını göz çukurlarından
Sesi işlemeyen saatidir bir saatçinin
Böceklerin tırnaksızlığından duyulan

Sunar elleriyle saygısını
Süslü bir Bizans haçı gibi kızaran şafağa
Haç mı değil mi
Parmaklarının ucunda bozulur
Parmaklarının ucuyla duyduğu

Oynar sessizliğe ve şafağa
Doğadan büyük oyun var.


MENZİL CAMBAZI
(Bazı kuşların yuvaları kanatlarıdır)

VII

orhan peker'e

İki limon düşürür ellerinden dua gibi
Gökten soluğuna bir işaret beklerken
Kısar gözlerini, o gözlerini kısınca
Gündüzün kabuğundaki deprem
Dörde böler ona ışıktan bir güvercini
Kanatları dört gözlü bir akşamı ateşlemekten gelen

Sürer efsanesi yıllar yılı üstünde tuzlu menekşelerinin
Mor bir gözyaşı fosiline benzeyen
Ey bozkır! ey saçmalara, karabina kurşunlarına takılı
Acı kuş
Acılığı bozkıra bir belge gibi iliştirip giden
Niye bir menzil cambazının ölümsüz yüreğidir

Ve yolcu, sanrı değildir senin gördüğün
Gelir o yüreğin pınarına bir kurt bile çömelir.


MENZİL CAMBAZI
(Kekliğin alası içinde olur)

VIII

Sarı bir dakikanın mor bir dakikaya sorduğudur
Dudakları bakır çalığı bir menzil cambazı
Evlenmemiştir ve çocuğu yoktur o çocuklarından başka
Gece gündüz kara bir mendille oyununu savurur
Ansızın ve çocuklarsız bir han avlusunda

Ve gider bir gün bir kenti bir kente bırakmak için
Ki bunun düşünden önce kendisi varır kente
Sarı bir dakikanın öldüğüdür ki, sıvar ipince gövdesiyle düşünü
Silerekten elini bozkırın ince bezine

Ne demiştik, konuk bir aşk gibidir
Her an kendi titreyişinin selinde.


MENZİL CAMBAZI
(Kan ısbatsız kaynar)

IX

O beyaz bir kısrağın taranmış yelesidir
Boyasıyla ve bakır çalığı dudaklarıyla
Çocuklarından gelmiştir bu zamana, çocukları onun
Uçsuz bucaksız bir tiyatronun soluklanışıdır

Çok değişken armalardır açık gözkapakları
Ah bin yaşlarında değişken armalılar
Sorar ki menzil cambazı: ben şimdi nerelerdeyim

Anadolu kuyularında ve kar yağışlarında
Cevap: o hangi hancıdır ki yurdunu tanır

Ve zamanlar armasıdır bozkırların
Yorgun bir menzil cambazını içererekten.


MENZİL CAMBAZI
(Görgülü kuş gördüğünü işler)

X

Sahici bir kavaksa tek başına kalır
Gül eğiren bir kadının pembe teninde
Gülü mü eğirir yoksa kendini mi
Bir otelde yazman mısın ki, soruyorsun
Kaç yıllıktır diye bir menzil cambazının kalbi

Kendi kurar kendi yıkar meyhanesini
Yalnız iyi insanlara yazılmış bir şiirde
Geçe kalmış biri misin ki o meyhanede, soruyorsun
Bir menzil cambazı yüzünü nasıl işler diye

Söyle
Kim kopardı bu armayı ölümsüzlüğünden.

10 Aralık 2013

oğuz atay

fakat allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım. ''canım, bugün üzgün görünüyorsun.'' demek istemiyorum. ''istemiyorsan buluşmayalım.''dedi geçen gün. buyrun bakalım. ben de çekilmez huysuzluklar etmiştim; bu sonuca katlanmalıydım. ben ne yaptım? neyse, geçelim albayım. fakat beni anlıyor. bütün geçmişimi anlattım ona, hep haklı çıktım. işte; böyle anlarda çileden çıkıyorum albayım: kendimi unutup zafer sarhoşluğuna kapılıyorum. oysa bütün bu ilişki bir can sıkıntısı yüzünden başlamıştı.

Oğuz Atay/Tehlikeli Oyunlar

09 Aralık 2013

ahmet oktay



Issız bir yüz bu
yani dünyadan kopmuşluk biraz,
yitmiş İbranî şiirlerinin
iyice hüzünlü ve sürgün vezni;
bir uyurgezerki bunaltıcı sıcağıyla yaz
nasıl kavurursa bozkır bitkilerini
öylece ve acımadan koparan
örneğin bir ilkokul öğretmeni
ya da bir küçük memur karısıyla ilişkilerini.
O çağdaş yanılmışlık ki biraz
sürekli baş dönmeleriyle tahtaboşlara
ve balkonlara çıkan,
parçalanmış ceninlere
ve kar fırtınasından artakalan yolcular, hanlar, tensel acılar
ve kocaman bir hayvan iskeletine
aynı uzaklıkla bakan.
Ne merak, ne korku
artık hiçnir şey duymayan
bir yüz;
ki en keskin tanıtı
bir yüzün
ancak kendinden sorulduğunun.

Çevrilen bir bloknotun
dondurulmuş bir kuş sesini anımsatan hışırtısıyla
irkiliyorlar,
sanki döşemeden ve kıl diplerinden fışkıran
tropik bitkilerle bir anda
örtülüyorlar,
hem sonlu, hem sonsuz bir durum
kapanıyor çelik bir fanus gibi üstlerine
kalıyorlar:

Odada

İlaç kutuları, kuşkular
kirli beyaz bir paravan


çerçeveli bir diploma arasında
Seçmenin ve seçilmenin artık değiştirilemez anlatımıyla
duruyorlar dokunmuş gibi
çok tüylü ve ıslak birşeye;
belkide çiğnenmiş bir kediye.

Ve öyle bakıyorlar ki birbirlerine
her şey avluya düşen çiğ güneş ışığındaki
bir ölü gibi çıplak kalıyor.

Ve bir soru
dağıtıyor yüzlerce ayak sesinin gürültüsüyle
suçluluklarını
korkunç bir hünerle getirip bıraktığı onların

altın bir gölün anısını

ve bir duyum yitimi olayındayız ki işte
bir haykırış mıdır artık
yoksa haykırışın yankısı mı:

çocuğum olur mu yine?

Şimdi nasıl cevaplasam bu soruyu?
Desem ki, işte üç kişilik bir duruşma
ve örneğin ben Hacer diyorum adıma,
çünkü herkesin bir adı olmalı.
Bu duymamı ve görmemi sağlıyor
Yeniden unutmamı bir bakıma.
Bazen sıçrarsınız yürürken
çöker yolun ortasına bir yapı,
bir bakıma aynı gürültüyle anımsamamı.
Yani çok aranan bir tanığım ben,
konuşsam bisturiler, ihanetler
eski köşklerin şadırvanları,
lacivert giyimli utangaç bir kadastrocunun
sarkık ve morarmış gözkapakları
ve yüzlerce kadın akacak sesimden
Odaya
o zaman

içi bilinmedik bir korkuyla daralan
ve apansız bir yabancının gözleriyle karşılaşarak
sakalları uzamış bir taşra istasyonunun memuru gibi
sarsılan
ya da doğanın sonsuz görüntülerinden dehşete kapılarak
her gün bir alabalık öldürdüğünü
ve otuzbir çektiğini haykıran
içinde bir mumya gezdiriyormuş gibi tedirgin bir korucunun,
yabanıl ve çıldırmış sesinden
büyük bir yankı olacak
herkes bir yankı bırakacak
kendi dehşetinden.

Bir sürgün gibiyim ben
hatıratını ve tahta bavulunu
taşbasmalardan ve kervansaraylardan geçiren.
Baktıkça bu ıssız, anlamsız yüze
anımsıyorum bir Kapalıçarşı yahudisinin
pazarlıkçı ve saydam gözlerini
ve kafamda karışıyor her şey birbirine:
eski postallarıyla çocukluğumdan
askerler, kuşlar, ölü bir bahçe.

Uçuyorum sanki duyusuz bir şey gibi
duyusuz ve ağrılı hep aynı kalan ki
görmüyor gibi görüyorum giyiyor doktor
lâstik eldivenlerini
ve sanki iç bulandırıcı bir kadavranın
üstünü örtüyorlar anatomi dersindeki.
Az ötede duruyor yardımcı kadın
canlı mı, değil mi? belirsiz elleri,
kocaman, beyaz bir duvar afişinden
sarkıyorlar bir simgeymiş gibi.
Hayır sürmesin bana elini
ve ne olur kimse bakmasın. Bakışlar
sanki delip geçecek
keskin bir ışık demeti gibi derimi
çıplak
ve tartışılmaz bir utanca boğacak beni.

Neyim ki ben? Gittikçe yoğunlaşan bir monolog mu?
    askerler geçiyordu, bir tören vardı
     siyah giysileri ve korkunç çiçekleriyle her yerden gelen
     en uzak ilçelerden ve küskünlüklerden
     oğlu deli ve keman çalan bir komşunun bir türlü
                                         dillendiremediği hüznünden
     ki tahta panjurlar, av öyküleriyle saklardı onu
     ben ormana bakardım
     denizle gurbet sözcüğü arasında betimsel bir ilinti gibi
                                           duran
     ormana-
monolog mu bu
durmadan yargılanmanın korkusu mu?

Sonsuz bir kutup göğü müyüm ben? Altında
evleri, törenleri ve gariptir nedense
yalnızca gölleri donduran.
Bir yara mı yoksa? Bir insan tanımıdır bu
acısını ve dünyayı muştu gibi taşıyan;
hem taşıyorum dünyayı, hem sallanıyor içimde
tavandan sarkan kristal bir top gibi.
Anlatamıyorum? Belki de
dengesini bulamayan sarışın bir alkoliğin
titreyen elinde bir bardak ki
birdenbire yere düşüp gürültüsüyle
duyuları taşlaştıran.

Apansız hiçbir şeyi anlamaz oluyr insan
ağlayarak bitirilen bir gece tartışmasını
durup dururken oluyor bu. Fazladan bir kadeh
bir gözün bir göze şöyle bir değivermesi
yüzünden oluyor. Ya da yanlış vurgulu bir cümlenin
biraz yüksekçe söylenmesi
yetiyor işte. Ve kırgın oluyoruz
yeni tüylenmiş çilli boynunu bir çocuğun
sevemeyecek kadar kırgın.

Her şeyi ilmikle boynun buluşmasındaki
daraltılmış bir zaman aralığından
mamutlar
mahalle çocukları
ve en son afişler geçer oradan;
anlıyorum.
Bir avukat yazıhanesinde kâtibe olduğumu
yağmurda bile otobüs bekleyen ve saçlarına
bir çiçek iliştirir gibi alnına lacivert bir kederi yakıştıran
ve bir alan kalabalığını dağıtıyormuş gibi
elleriyle yalnızlığını dağıtmaya çalışan
bir yuvası
ve çocukları olmayacak olan;
anlıyorum yaklaşırken bir mercek gibi
doktor ve yardımcı kadın
dayanılmaz bir utanması oluyor
bacaklarımın


ve zamanın
bir sarnıca benzetiyorum onu ben
kanımızla ve kırmızı küreciklerle dolan bir sarnıca
aslında sarnıca geçiyorum bir bahçeden
çocuklar
kuşlar
ve askerlerle.

Evet, ben Hacer'im solgun ve azıcık korkak
konuşsam demiştim, sesimden
dökülen bir çağlayan gibi yosunlu taşlara
cenin parçaları çarpacak.

Sanki boşluğu yaran herşeyin
karanlıkta uzatılmış bir geyik sesinin
ya da uçak kazasında daha yere düşmeden ölen bir cesedin
ve kar tanelerinin
hışırtılarını içimde duyarak
ve günlerdir durmadan konuşuyormuşum gibi
ateşli bir nöbet titremesi içinde
kafamda gidip gelinen bir tavanın
ve inip çıkılan bir merdivenin tıkırtılarıyla
yorgun düşerek;
kocamınkilere benzeyen kızarmış ve yarı çılgın
gözleriyle hep yenik düşen bir aznif oyuncusunun
bakıyorum anlamsız birşeylere
ve üzerinde kuşlara ve atlara benzeyen biçimler
bilmediğim bir ulusun parasını sayıyorum ki
ceninler


tanımı gibi bir tavan arasında
kemanıyla yoksullaşan bir Rus mültecisinin
sarı ve sarkık yüzünde beliren yemyeşil önsezinin;
yani alkolün, çaresizliğin
ölümle bitişmesi sessizce.


Yani insan hep bir duruşmada mıdır böyle?
sorular, cevaplar
ve cevapsızlıklarla olduğuna göre.


Bilmiyorum bunu. Bilsem de anlatamam
çünkü bir itiraz eden çıkar mı, çıkmaz mı?
ben Hacer'im kimseyle akrabalığı olmayan.


Ben Hacer'im ve bakamıyorum artık
acıları ve rahmiyle benim gibi bir kadın olan
herhangi bir kadının
bu dünyaya ait ilk belgelermiş gibi duran
tozlanmış
ve okunaksız gözlerine.
Konuşturuyor beni gözler
ispirtizma seansındaki bir medyum gibi:
bitişik komşuda plak
sinek kâğıdına yapışmış bir cansıkıntısının vızıltısıyla
tekrarlanıyorken
ve zaman eriyik içinde bir alkali gibi
çözülüyorken,
yani uyumsuzluk içinde ve sanki bir daha
kapı zilleri ve kan sesleri
içimizin alabildiğine durgun ve keskin yargısıyla geceleri
en çok geceleri rahatsız edilmeyecekmiş gibi
sarımtırak bir şehvete buluyorken
doktor Kaligari beni. Aynen böyle
başka bir adı olduğunu sanmıyorum ben.

Sanmıyorum ki hep gerçek adlarımızla çağırılalım.
Örneğin ne vakit Hacer'im ben? Divanın üzerinde
o sonsuz mavi göğe bakarak
bir sarmaşık gibi Kaligari'ye
sarılmış yatıyorken mi?
Yoksa kocam
uykusuz bir kumar gecesini ve Hemşire Okulunun
ağaçları iyice yeşillenmiş bahçesini
kusuyorken mi?
İşte hangi Hacer'im ben karıştırıyordum ki
ve gerilmiştim ki çelik bir tel gibi
katılaşıyorum kapının ziliyle


giriyorlar içeri:

Pencerelerinde görünerek kasaba otel odalarının
ağır ağır kül rengi bir yalnızlığa bulanan
oksitlenmesi gibi bir bakır parçasının
ve dehşet veren intiharını homoseksüel bir şarkıcının
falda kanatlarını açmış bir kuş halinde bulan
yorumlamayan
sadece bulan ve bulduğu gibi betimleyen ve kahverengi
bir kuş
halindeki cansıkıntısına, polis baskılarına, belirsiz işaretlere
                                        bir sayman kapıyı çalıyor işte
                                        gözlerinde kabarmış bir ırmak
                                        çok uzun bir çöl suresi
                                        ya da yüzündeki sesçil imladan
                                        korkunç bir tüzük çoğaltan
                                        yeni kurulmuş bir Derneğin üyesine aynı
çabuklukla alışan
ve esrar esrimelerinin bulandırdığı zamanın
ye da katilsi bakışların,
apansız beliren karanlık bir meduzanın
Keldanî dilinden korkularla taşlaştırdığı bir algı yanılmasının
        içinde
topraktan fışkıran büyük ve iştâhlı bir atardamar
gibi hoşnut kalarak kendinden, bir bedestenin hafif nemli
ve saydam havasını anımsayan
        ki o zamanlar on dördünde bir makastar
        olan
ve şimdi
        sonsuz türetiler yapa yapa acılardan
        acımasız kalan
        ve anlağı güneşe bırakılmış bir deri parçası halinde
                                                               gittikçe buruşan
        sarışın bir randevucu
ile

muayene iskemlesinin yağlı muşambasına
sorusuz, duyusuz, tahnit edilmiş
bir nikâh haberiyle küçük ilanlar sütununda
çok karışık gece düşleriyle
her yerde böcekler ve fareler bulan;
bir böcek neyin simgesidir diye öteki kızlara soran
bir böcek neyin simgesidir?
Belki de yağmurlu bir Pazar
gazete bürolarında sinek vızıltısı bile yokken
polis bültenine A.S. diye geçecek olan
acıyla ve acı olduğunu bilerek çiftleşen bir ses
ki artık alkolle kalınlaşan;
kızlığını, bir deniz astsubayını
örtülere ve klor kokusuna bulaştıran
bir kız
Onun
en eski Kiliselerdeki kazınmış duvar resimleri gibi
hüzünlü ve kesin
bir trajedi cümlesi gibi haykıran gözlerini
unutamıyorum. Ve divanda
upuzun maviliğe ilk kez farketmişim gibi bakıyorken
ve dünya içimden
karanlık ve gürültülü simgeleriyle bir anlaşmazlık halinde
geçiyorken
bakıyorum benim gözlerimmiş gibi onlar
akan kanıma,
artık terkedilen bir dünyaya. Ve görülmeyen
ama varolan bir şeyin o garip anlamına
bir im gibi fışkıran ve donup kalan kanıma
bakıyorum.
Bensiz kalıyor eşyalar
orada kendiliğinden bir şeymiş gibi duruyor kırmızı bir
                                                       boncuk, gümüş
     bir çerçeve                        zımbalanmış bir tren bileti
341 diye bir numara
Sayfanın en altında bir sözcük                           Phallus
yaşadığım ve nedense artık imlemi olmayan
bakıyorum işte o gözlere ve hiçbir şey anımsamıyorum.
Belki hiç anımsamadım da hep öyle sandım
hep öyle, hep eskiden, hep kendiliğinden

dilsiz bir pavyon kapıcısının anlatımı gibi
yaralı
kanayan
ve yalnış biriyim ben.

Bir diyalog kurulmasıdır sözü edilen
uzun ve düşmanca bir gece soruşturması bile olsa
haykıran, döğüşen, inleyen bir diyalog kurulması.
Durmadan konuşuyoruz gerçi amansız yürek çarpıntılarıyla
kiralık ev ilanlarından, otomobil satışlarından
ve durmadan biçim değiştiren
ölümden.
Ama bir diyalog denilemez buna
çünkü herkes başka bir şeyi imliyor
örneğin ben ne diyorum ona:
en son bulunan bir ilaçtır bu
ve hoş bir kokusu olan
iğne de yapabilirim ama biraz acı duyarsınız ve bir süre
                                                                        baygınlık
tabii operasyondan sonra. Bundaysa bilinç kendindedir
                                                                      yarı yarıya
yani bir cıva denizindeymiş gibi duyarak gövdenizi
sallanacaksınız
eşyalar ve aklınızdaki bütün yüzlerle;
biz ki onlara nedensiz bir bağlantı halindeyiz
ya da korkunç bir hesaplaşma halinde

Ve ne diyor O:

yeniden çocuğum olur mu acaba?
çünkü dediniz ki rahimde bir iltihaplanma.

Aslında çıldırtıcı bir monolog içindeyiz Hacer
dipteki korkularımız ve görünür tiklerimizle

"klinik belirtileri dikkate almak"

"demek vakit geldi"

"ben sayılar gibi bakıyorum insanlara
çoğalan, artık okunamayan sayılar gibi"

"çünkü yasaktır kanunen basması gazetelerin intihar resimlerini"

katıyorum bunlara bütün otobüs konuşmalarını ve makaleleri
ve yüreğin cansıkıntısını
sararmış bozkır gibi çıplak.

Belki de çağdaş bir nevroz biçimidir konuşmak,
sözcükler, cümle parçacıkları, çağrışımlar
aşındırıyor gerçeği birbirine bağlanarak
ve içimizde bir ayazma yıkıntısı gibi eskiyip giden monolog

ya da gövdemizin kendisi
inleyen bir bilince dönüşüyor bazen
başlıyor diyalog
önce annem:
bir kadın ki o, yumardı balmumundan gözkapaklarını
sayardı bitmez bir çocukluğu parmaklarıyla: kaç yıl geçti
ve daha ne kadar kaldı?
Beş duygusu hiçbir şey algılamazdı
elişinin birini bitirir öbürüne başlardı
kocası iş gezilerine çıkardı
daha ne kadar kaldı?
Nefreti rahminin dibinde kıpırdardı
odalara, komşulara aybaşlarına kaçardı
komşu ölülerine ve ölü yıkayıcılarına ağlardı
daha ne kadar kaldı?
İş gezilerini bir gün bile sormazdı

yumurtlayan bir kaplumbağayı anımsardı
denize dönen o kaplumbağaymış gibi ağlardı
sanki yetmezdi bu müthiş suç ortaklığı
koynundaki yabancının sesi yankılanırdı:
             bir çocuğumuz daha olmalı.
          Yaz gelir, güze ulaşır, kar yağardı
iş gezileri biter, iş gezileri başlardı
kaplumbağa yeniden kumsala uğrardı
            daha ne kadar kaldı?
            ne kadar kaldı ölmesine
            ne kadar kaldı?

Buz denizlerinde donmuş bir şeylere
perçemli bir çocuk resmine
bir kır menekşesine rastlayarak
ve tutkudan adeta cansızlaşarak
ölmeni bekledim işte.

Ve babam
kumda bir akrep gibi kıvranarak

                        Çünkü herkes bir yankı bırakacak
                        kendi dehşetinden.
                        Belki de içindedir herkes aynı dehşetin
                        ve bölüşüyordur aynı cinayeti
                        lokanta duvarında görülen acemice bir resmin
                        içindeki dondurulmuş figürler gibi.

Ben yitirmekten korkmuyorum nedense
bir dosya kapağına çoğunlukla miras davalarına ait
dükkânlara ve otobüs duraklarına yağmur taneciği gibi
usulca damlattığım lacivert kederi.
Yıllardır acıyla kullanıyorum
onu aile andacı bir pantantif gibi.
Andaçlar:
önde bando erleri
saksılar dizili bir pencere;
yazıyorum bana kalan şeyleri

aynalı konsol
ceviz dolap
pirinç karyola
mehtaplı gece resmi
Kur'an-ı Kerim
öne doğru sallanarak
babam okurdu geceleri

                                                                                                               "Bir kuyu gibi kazıyorlar beni
                                                                                                               kazdıkça acılar
                                                                                                               mektup pulları
                                                                                                               borç senetleri
                                                                                                               prezervatifler
                                                                                                               öteki korunma tedbirleri
                                                                                                               sinemalar dolduruyor her yeri

remington marka bir daktiloyla
belki bin kere aynı şeyleri

"üzerinde gövdelerimizin süründüğü
bu yatak
ve üstelik kızkardeşim
balta gibi kullanmaya başladı yüzünü
artık ne yapsak

                                                                                                               ne korkunç gömü bu
                                                                                                               bir dinazor fosili ile
                                                                                                               duruyor yanyana
                                                                                                               bir kanaryanın ölüsü

ne yapsak
bir ayrım kalıyor acıyla kendi aramızda
belki de budur bizi
nereden gelirse gelsin
insan seslerine doğru koşturarak
sonsuz kere banda alan
banda
ve dilediği yerde yayınlayan

                                                                                                              ki küçücük gövdesini
                                                                                                              bir şarkı gibi duyuran
                                                                                                              yani bu gömünün içinde
                                                                                                              yalnızca bana kalan
                                                                                                              bir imge gibi kalan
                                                                                                              bir renk gibi kalan.
                                                                                                              Kazıyorlar ve kalıyor o
                                                                                                              çünkü mühürlüyorum rahmimle
                                                                                                              ve tuhaftır anımsayamıyorum
                                                                                                              nasıl adlandırdığımı
                                                                                                              gözlerimin önünden altın yaldızlı
                                                                                                              bir pandül gibi gelip geçen bu simgesel elleri
                                                                                                              ki karıştıran onlar değil beni
                                                                                                              görmüyorum onları bağlamaya çalışıyorum sadece
                                                                                                              utanç ve acı veren anlamlarını
                                                                                                              "kadınlar tarlalarımızdır" diyen
                                                                                                              bir cümle ile
                                                                                                              neyle ilintisi olduğu bilinmeyen
                                                                                                              insanı mermer bir tüveyç
                                                                                                              gibi şaşırtan bir çümle

galiba telefon
Dondurulmuş bir kuş sesi çıkaran
maroken kaplı bloknotun
yanındaki Parker dolmakalemi
3 Ekim'de duran masa takvimini
                                                                                                              artık güz
                                                                                                              bir intihar gibi bırakıyordur
                                                                                                              kendini Kanlıca kıyılarına

tozlanmış kitaplığı
yanındaki koltuğu
görüyorum başımı çevirince

                                                                                                              köşkler pancurlarını kapıyordur
                                                                                                              ihtiyar bir balıkçı
                                                                                                              kırmızı pullu bir yaz balığını
                                                                                                              canının içinde saklıyordur
                                                                                                              alkolünü bir varsayım gibi
                                                                                                              ve hicaz makamından
                                                                                                              bir alto sesini
                                                                                                              taşıyarak yanında saklıyordur
                                                                                                              ben bir mektup destesiniir şey yazılamaz
                                                                                                              kanlı bir günlükten başka                                                                                                                                                                yazılacaksa, onu saklıyorum
                                                                                                              öğle sonunu gölgeyi özümleyen
                                                                                                              cevapsız bir hesap soruşun sözleriyle
                                                                                                              hiçbir kez yeterince konuşamadım
                                                                                                              bir taşra kentinin minyatürü
                                                                                                              ve akşamın anaforu için yeterince
                                                                                                              başlasam kavranılmaz bir türev gibi
                                                                                                              söz alıyor kendini parantezlere
                                                                                                              aşkım sen (ince bir kan şeridi
                                                                                                              karışıyor kırın zeytûnisine
                                                                                                              herşey uyumsuzluğu tanımlıyor sanki
                                                                                                              otların arasından fırlayan tarla faresi
                                                                                                              rüzgâr değirmeni, masalsı şey
                                                                                                              insansız dingin
                                                                                                              acımı ve yalnızlığımı betimkiyorsun
                                                                                                              daha şimdiden
                                                                                                              çünkü zaman bizi aşıyor) uykuma bitişik bir akrebin
                                                                                                              başlayınca hışırtısından ilgini
                                                                                                              sinek ikilisinden ölü diller biliminden
                                                                                                              artık ne denebilir geçiriyorsun
                                                                                                              ve güz
                                                                                                              gözlerimizin iris'inden
                                                                                                              iltihap gibi akıyor içerimize
                                                                                                              akıyor
                                                                                                              köşklerin ve balıkçıların anısı
                                                                                                              duruyor gibiyse de yerli yerinde
                                                                                                              aslında yalnızca bir kadının ölüsünü gezdiriyorum
                                                                                                              ben
                                                                                                              ölümümden başka anısı olmayan bir kadını
                                                                                                              modası geçmiş kadife giysiler içinde
                                                                                                              çünkü bazen de insan zamanı aşıyor
                                                                                                              çünkü akıyor küçücük bir kaba her şey
                                                                                                              bir bahçe
                                                                                                              askerler
                                                                                                              ve kuşlar


                                                                                                              hâlâ kazıyorlar"

Bir kişinin mi, herkesin mi yoksa?
karıştıran beni ve çıkmaza sokan
gömüyü savuran barbarca
kanaryayı boğazlayan
bir Çarşamba öğleden sonrasının
şahdamarını kesen bu eller"

Hacer
Hacer
içimden geçenleri bilemezsin,
taşıtların, sinema görüntülerinin
ve keman seslerinin çoğalttığı
gündelik bir kalabalık arasında
düpedüz geçenleri Hacer

bir kadın
koltuğunda kahverengi bir krızalit gibi oturan
ve dünya gözlerinde
ters basılmış bir çıkartma gibi duran
bu yüzden her hafta Perşembeleri
örgüsünü, Tevrat'tan bir bölüm bitimini
yüreğindeki cinayet biçimlerini
ve o zaman güzeldi, yumuşaktı-tutarak
sarışın perçemlerimi
çok sonraları öğrendim Tanrı'ya inanmayan bir Hahamla
her sabah bir cümle daha atarak Kutsal Kitap'tan
kısa ve acayip bir kitap yazan
bir Hahamla
karanlık basıncaya kadar konuşan
ve titreyen ellerine
eski çağ kalıntısı bir kemik
ya da kurutulmuş bir kelebek gibi
biraz korkuyla, biraz şaşırarak bakan
bir erkek
ve daha başka şeyler
gecenin sürtüştürdüğü belki bir milyon beden
o korkunç eğe sesleri,
sen bilemezsin Hacer
biz tam deniyorken
bıksak da, anlamsızlaşsa da artık
insan olarak bize kalan tek eylemi
geçiyorlar. Bir mastar mıdır geçmek
herşeyi donduran bir zaman kipi mi?
Sanrı da olabilir                          luminal dalgınlığı da
ama bu zamanla nesne arasındaki anlaşılmaz ilişki nedir ki
her şey geçiyor ve hiçbir şey anı olmuyor,
ne ölümün melankolisi
ne ölünün gözleri.
Gövdemizin en olmaz yerinde
katılaşıp kalıyorlar üreyen
sonsuzlaşan kanser hücreleri gibi.

Bir günlük haline getirdim Hacer
camdaki buğuyu, öğle güneşini
en tuhaf dergileri
bilmiyorum nasıl ve ne zaman getirdim
ama durmadan yazdım olup bitenleri:


SALI

Seni hiç anlamadım ey Yahudi hüznü
din ulularını, bağışlamaları
yabancı insanlarız burda
bir cambazhane çığırtkanı kadar
verimsiz, acılı insanlar
Sanki herşey, pardesümüzün biçimi
futbol maçlarının sevinci
içkimiz, aldığımız akşam gazetesi
ayırıyor bizi. Ve işte cenazemiz
ne kadar bağırsak ama
birşey duyuramıyoruz. Çünkü kent
bir sünger gibi emiyor anlamı.
Seğiren bir göz var içimizde
sanki götürecekler bugün değilse yarın
yarını bugün yapan dehşetli birşey olmalı
deliği yakıştıran, ölümü giydiren
işte cenazemizle kaskatı kaldık
son bu. Güneşsiz, siyahlar içinde
geçiyoruz Firavun çölünden.

Dağılırken sis gibi Tanrı'yla ilintili son söz
çevreliyor tabutum gibi beni betonarme.


PAZARTESİ

Bir haftadır babam alkolün içinde
cenin gibi saklıyor kendini,
yüzyıllık geçmişini
bir su dalgalanması gibi anımsayan
ve anlam bulamayan bir cenin gibi.

Sesler diyor O tehlikeli harflerin
en ilkel cinayet aletlerinin
metalsi sesleri. Çekişiyorum onlarla
boş ne kadar uğraşsam
giriyorlar benden içeri. Cevapsızım oysa
soğuyan bir krater gölüyüm, donan;
ölü bir gövdeyle doluyum çünkü
gözkapaklarıma kadar doluyum
ve onun dikenli uzantılarından
işaretlenmiştim kargışlı bir tutsak gibi.


ÇARŞAMBA

İşaretlerle dolu zaten bu karışık dünya
abanoz bir yalnızlığın içinden geçerken
sağa dönülmez; akrep sokması gibi,
bir berber dükkânı, yanından
çamurlu bir sokağa saparsınız
orospular ve esrarcılar
ceplerinde daima güneşli bir kartpostal taşıyan,
güneşi bulamıyoruz. Ve levazımatçı Niko

Dediğim en aykırı şeylerin
en aykırı biçimde yeniden birleşmesi
durmadan birleşmesi en ürkek içimizde.
Çünkü sürekli bir konuşmadayım işaretlerle
apansız, gecenin milyonla anlamı oluyor
güçsüz ve kıpırtısız sperma, dişi karanlık
ölümü billûrlayan borazan
cıgarasını tüketen kar bekçisi
ey en uzak yosun, zaman gibi kıpırdayan
ey ellerimin kayıtsız depremi

bir gövdeyle doluyum çünkü
beni hiç sevmemiş anıtsal bir gövdeyle
ey yontucu, sonsuz büyüler bilen
onu gömdük mermerin en iyisine
ama bir akreplerle konuşuyorum
bir onun eliptik yüzüyle


19 EYLÜL

Gölgeye bak. Duvarı geçiyor
herşey geçiyor, alkolümü de
aklımın en gizli köşesini de
çünkü biliyorsun "ölmeni bekledim" demesi bir gece

"kaparak kitap açacağını
memesinin az üstüne sapladı
ve fışkırdı kapkara kan
bütün geçmişimin üstüne"

Kim göğüsleyebilir gerçeği?
Odalardan odalara kaçıyorum,
çekişe çekişe pazarlık ediyorum
ecikmiş cenazemi,

çiçekçi dükkânlarını dolaşıyorum bir solukta
bir ringa balığı alıyorum, biraz selefon kâğıdı
güneşi bulamıyorum ve sonra yine Niko
çürümüş, sancılı bir diş gibi

ve hemen alkole
çünkü yaklaşıyor gölgesini gezdirme saati
çünkü bu upuzun gecelerin
yani alkole
ve sıkıyönetim

Gölgeye bak. Gölgesinin


21 EYLÜL


Herşeyin yanıp yıkılması için


23 EYLÜL

Evi tutuşturmak istiyor
ve tekrarlıyor durmadan:

kimse bağışlanamaz artık
kimse bağışlanamaz artık


30 EYLÜL

Götürdüler

Hacer
Hacer

her rahimde biraz kendimi kazıyorum,
insanı delirten korkunç diyalogları
günlük sayfalarını
alınyazımızın çoğaltılmış baskılarını;
gitgide kararan belleğimi
hep aynı şeylere rastlıyorum orda
bir cenaze töreni, bir kitap açacağı, bir deli gömleği.
Kazıyorum işte;
bilmiyorum seninle yatarken
kiminle ne için çiftleştiğimi.
Çamur bulaştı her yerimize,
okulun tatil saatine avluya yuvarlanan
sarışın perçemime;
belki de rahimlerden geliyor bu çamur
bu sonsuz karanlık

"doktor kanama yapıyor"

Kazıyorum Hacer
bir yerlerde ışık olmalı azıcık,
dışımızda da bir şeylere çarpıyoruz durmadan
içimizde de;
gürültüyle sürükleyip götürdüğü rüzgârın
bir gökyüzü iskeletine
bütün iskeletler gibi anlaşılmaz ve karışık,
mırıldanan keçi sakallı bir caz delisine
şehirlerarası bir otobüse;
iner inmez
kasaba kırmızı bir atkı gibi gözlerimizi alıyor,
ve bir din bilginine,
bir sözcüye.

Yığınla şey anlatıyor taşıllara
ve albüminlere ait.
Bense ayrıntıları merak ediyorum. Örneğin
bir tünelden geçerken neler olur?
Öne doğru devriliyor bilmece uzmanı bir kadın
yalnızca gözlerini bıraktı geride,
her yaz bir kuş olup
tüneyen gözlerini denizin pervazına.
Bir başkası geride kaldı. Demir köprünün orda
nasıl da dönüştü bir ırmak çağıltısına?

Ve bir sayım memuru girse şu anda
kim var bu eksilmeyi açıklayacak?

Bir kuzgun Hacer, kanatlarını çırparak
dolanıyor başımızda. Anlatıyor az önce
bir yangından döndüğünü
ve kundakçıyı biraz herkesin yüzünde gördüğünü
ve atalarımızın birbirini öldürdüğünü.
Onlardı öz yurtlarından kovulan,
horlanmış kadınlar ve yararlı erkekler
taşıyorlardı oradan oraya çöl güneşini
gümüş acılar üzengisini,

ve yalvaç öyküleriydi bütün oteller
ve otellerdeydi
küşüm ve keder

anlatıyor afyon yapımcısı
tüketilmiş bedenlerle konuşan,
eski tanışlar olmasak karıştıracağım belki de
o ilaç karaborsacısının
paslanmış cilete benzeyen sesiyle

konuşuyor:

karanlık olacak
çamur olacak
ölüm olacak

Hacer birşeyler yapmazsak
gözlerimizden fışkıracak
içimizdeki taun.

Dünyanın bu sonsuz korkusunun
biriktiği yer.
buzul gibi usul usul kayan gözbebeği
alkolün çılgın bir sözdizimiyle devinen lehçesi
bilgelik ve rahimler,
anlatabilseydi bize sürükleyip götürdüğümüz
bu kalıtı Hacer
bu gürültülerini duyduğumuz yıkılışı;
yitirilen ve belleğimizde kocaman
bir zebercet gibi parıldayan
ilk ışığı,
kan damlamamıştı daha
çeliğe ve acıya su vermiyordu
anlatabilseydi
Ve anlatabilseydi
ömrünü formüllerle tüketen en eski simyacının
kâğıtlarını yakarak bir akşam

neden dağlara doğru gittiğini?
Ve bizim ikide bir kendi sesimizden
irkildiğimizi.

Doktor tampon yapın

Bir şey mi dedin Hacer?

Tampon yapın doktor, tampon yapın

Daha şimdi anlıyorum Hacer
her sorunun ille bir cevap istediğini.
Ve sanki bu çukuru kazdıkça
bulacağım ilk şeklimizi;
işte annemin gelinlik resmi
Tanrısız bir Haham
sarışın bir çocuk
alnına düşüyor perçemi
ve babamın deli gömleği.

Tampon istemez Hacer
birazdan uyku gelecek
ve sessizlik olacak
ve huzur olacak

Şimdi herkes bu ölüyü soruşturacak
evet Hacer'im diyorum ben
solgun ve artık büsbütün korkak



Çünkü herkes bir yankı bırakacak
kendi dehşetinden,
ve herkes içinde aynı dehşetin
ve bölüşüyor aynı cinayeti
lokanta duvarında görülen acemice bir resmin
içindeki dondurulmuş figürler gibi