30 Haziran 2017

Gilles Deleuze, michel foucault

Gilles Deleuze: Teori budur, tam anlamıyla bir alet edevat kutusu gibidir. İmleyenle hiç ilişkisi yoktur… Hizmet etmesi gerekir, işlemesi gerekir. Kendisi için değil. Bu teoriden yararlanacak insanlar yoksa teori hiçbir işe yaramaz ya da henüz zamanı gelmemiş demektir. … Teori kendini bütünleştirmez, çoğalır ve çoğaltır. Doğası gereği bütünleştirmeler gerçekleştiren iktidardır… Teori, doğası gereği iktidar karşıtıdır. Bir teori şu ya da bu noktada derinleşir derinleşmez, çok başka bir noktada bir patlama meydana getirmedikçe, en küçük bir sonuç meydana getirmesi dahi imkânsızlaşır. Bu yüzden reform kavramı çok aptalca ve ikiyüzlüdür. Ya reform kendilerini temsilci olarak sunan ve başkaları için, başkaları adına konuşmayı kendine iş edinmiş insanlar tarafından hazırlanır ve bu iktidar düzenlemesidir, artan bir baskıyla ikiye katlanan iktidarın dağılımıdır, yahut kimi ilgilendiriyorsa onlar tarafından istenen, talep edilen bir reformdur ve reform olmaktan çıkar. … Eğer küçük çocuklar bir anaokulunda protestolarını veya sadece sorularını işittirmeyi başarsalardı, bu, bütün eğitim sisteminde bir patlama yapmaya yeterdi. … Bence, (Focault’ya) hem kitaplarınızda hem de pratik bir alanda, temel bir şeyi bize ilk siz öğrettiniz: Başkaları için konuşmanın utanç verici bir şey olduğunu.
Michel Foucault: Genel anlamda, ceza sistemi iktidar olarak iktidarın en açık tarzda kendini gösterdiği biçim değil mi? Birini hapse atmak, onu beslenmeden, ısınmadan yoksun bırakmak, dışarı çıkmasını sevişmesini engellemek, vs. bu iktidarın hayal edilebilecek en ölçüsüz tezahürüdür. Geçen gün, hapse yatmış bir kadınla konuşuyordum, şöyle diyordu: “Kırk yaşında olan beni bile hapiste bir gün kuru ekmeğe mahkûm ederek cezalandırdıklarını düşünün.” Bu hikayede insanı etkileyen sadece iktidarın işleyişinin çocuksuluğu değil, iktidarın iktidar olarak en arkaik, en çocukça, en çocuksu biçimiyle işlemesindeki hayasızlıktır. Birini kuru ekmeğe veya suya mahkûm etmek, sonuçta bu bize küçük bir çocukken öğretilen bir şeydir. Hapishane, iktidarın en aşırı boyutlarıyla çırılçıplak ortaya çıkabileceği ve kendini ahlâki iktidar olarak aklayabileceği tek yerdir.
Michel Foucault: Günümüzde şu büyük bir meçhuldür: İktidarı kim uygulamaktadır? Günümüzde, kimin sömürdüğü, kârın nereye gittiği, kimin ellerine geçtiği ve yeniden nereye yatırıldığı aşağı yukarı bilinmektedir, oysa iktidar… İktidarı elinde tutanların yöneticiler olmadığı iyi bilinmektedir. Ama ‘yönetici sınıf’ kavramı ne çok açıktır ne de yeterince işlenmiştir. … Aynı şekilde, iktidarın nereye kadar, hangi araçlarla ve çoğunlukla önemsiz hangi hiyerarşi, denetleme, gözetleme, yasaklama, zorlama mercilerine kadar uygulandığını bilmek gerekir. … doğrusu kimin iktidara sahip olduğu bilinmez, ama kimin sahip olmadığı bilinir.
Michel Foucault: Mücadele söylemi bilinçdışının karşıtı değildir: Gizliliğin karşıtıdır.
Gilles Deleuze: Reich’ın çığlığını işitmeyi kabul etmek gerekir: Hayır, kitleler aldatılmadılar, belli bir anda faşizmi arzuladılar! İktidarı biçimlendiren ve yayan; … küçük bir polis memurunun uyguladığı iktidarla bir bakanın uyguladığı iktidar arasında mutlak bir yapı farkı olmamasını sağlayan arzu yatırımları vardır.
... arzu, iktidar ve çıkar arasındaki ilişkiler genellikle sanıldığından daha karmaşıktır ve iktidarı uygulayanların onu uygulamaktan çıkarları olanlar olması gerekmez; iktidarı uygulamaktan çıkarı olanlar iktidar uygulamaz; ve iktidar arzusu iktidar ile çıkar arasında hâlâ tekilliğini koruyan bir oyun oynar. Faşizm anında, kitleler bazılarının iktidar uygulamasını isteyebilir, bununla birlikte iktidar uygulayacak bu bazıları kitleler değildir; çünkü iktidar kitleler üzerinde ve onların zararına, ölümlerine, kurban edilmelerine, katledilmelerine varıncaya kadar uygulanacaktır ve kitleler yine de bu iktidarı arzular, bu iktidarın uygulanmasını arzular. Arzu, iktidar ve çıkar arasındaki bu oyun henüz yeterince bilinmemektedir.

14 Şubat 2017

Sartre – Varlık ve Hiçlik


Mekân
Mekân bir varlık olamaz. Mekân, hiçbir münasebeti bulunmayan varlıklar arasındaki devingen bir münasebettir. Mekan, kendindelerin, birbirlerine nispetle bağımsızlığı olarak ve bağımsızlığın “tüm” kendindeye mevcudiyet olduğu bir varlıkta açığa çıkan, kendindelerin tam bağımsızlığıdır; varlıklar sanki hiçbir münasebete sahip değillermişçesine, bu münasebeti dünyaya getiren varlığa görünebildikleri yegane yoldur bu; yani salt dışsallıktır. Ve bu dışsallık, düşünülen buradakilerden ne birine ne de ötekine ait olabildiğinden ve ayrıca tümüyle lokal bir olumsuzluk olarak kendi kendisinin tahripçisi olduğundan, ne kendiliğinden olabilir ne de “oldurulmuş olması” mümkündür. Kendi için, bütüne ve buradakine ortak mevcudiyet olarak mekânsallaştırılan varlıktır; mekân dünya değildir, her zaman dış çokluk halinde dağılarak, bütünlük olarak kavranan dünyanın hareketli münasebetleridir. Mekân fon da, form da değildir, her zaman formlar halinde dağılabilen fonun idealliğidir, ne devamsız olan ne de devamlı olandır, devamlı olanın sürekli olarak devamsıza geçişidir. Mekânın varlığı, kendi-içinin varlığının olmasını sağlarken varlığa hiçbir şey katmayışının kanıtıdır, mekân sentezin idealliğidir. Bu bağlamda, hem kökenini dünyadan devşiren bütünlüktür, hem de buradakilerin kaynaşmasına götüren hiçtir. Mekân somut görü aracılığıyla yakalanmaya izin vermez, çünkü yoktur ama durmadan mekânsallaştırılır. Mekân, varlık kipi zamansallaştırmak olan bir varlık olmaksızın dünyaya gelemeyen zamansallığa bağımlıdır ve zamansallık içinde ortaya çıkar, çünkü bu, varlığın, varlığı gerçekleştirmek üzere ekstatik olarak kaybolma tarzıdır. (…)


12 Şubat 2017

Nietzsche ve Sanat / deleuze



Nietzsche'nin sanat kavrayışı trajik bir kavrayıştır. Hem çok eski, hem de geleceğe ait oldukları düşünülmesi gereken iki ilkeye dayanır. Öncelikle, sanat "yansız bir işlem"in tersidir: iyileştirmez, yatıştırmaz, yüceltmez, yansızlaştırmaz, arzuyu, içgüdüyü ya da istenci "askıya almaz". Tersine sanat, "güç istencinin uyarıcısı", "istencin teşvikçisidir". Bu ilkenin eleştirel anlamını hemen anlarız: Sanatın bütün tepkisel kavrayışlarını reddeder. Aristotales trajediyi tıbbi bir arınma ya da ahlaki bir yüceltme olarak anlarken, ona tepkisel kuvvetlerin çıkarıyla karışan bir çıkar atfediyordu. Kant, güzeli her tür çıkardan, hatta ahlaki çıkardan bile ayırırken, giderek yeteneğini kaybeden, sanata yansız bir biçimde bakan bir izleyicinin tepkilerinin bakış açılarından bakar. Schopenhauer yansızlık kuramını geliştirirken kişisel bir deneyimi genelleştirdiğini itiraf eder: Sporun kimileri üzerindeki etkisi gibi, sanatın cinselliğini yatıştırıcı etkide bulunduğu bir delikanlının deneyimi. Nietzsche'nin sorusu kendini her zamankinden de fazla dayatıyor: Kim güzele yansız bir biçimde bakar? Sanat her zaman, giderek daha az sanatçı haline gelen izleyicinin bakış açısından yargılanır. Nietzsche bir yaratma estetiği, Pygmalion estetiği talep eder. Fakat tam da bu yeni bakış açısından bakıldığında neden sanat güç istencinin uyarıcısı olarak belirmektedir? Neden amaca, gerekçeye ya da temsile ihtiyaç duymayan güç istencinin bir uyarıcıya ihtiyacı vardır? Çünkü o kendisini yalnızca etkin kuvvetlerle, etkin bir yaşamla ilişki içinde olduğu zaman olumlu olarak ortaya koyabilir. Olumlama, etkin bir yaşamı kendi koşulu ve eşlikçisi olarak varsayan bir düşüncenin ürünüdür. Nietzsche'ye göre, bir sanatçının yaşamının anlamı henüz anlaşılmadı: bu yaşamın, sanat eserinin kendisinde bulunan olumlamayı uyarmaya yarayan etkinliği, sanatçının sanatçı olarak güç istenci.

Sanatın ikinci ilkesi şudur: Sanat yanlışın en yüksek gücüdür, "hata olarak dünya"yı ülküleştirir, yalanı kutlar, aldatma istencini üstün bir ideal haline getirir. Bu ikinci ilke bir anlamda birincinin karşılığıdır: Yaşamda etkin olan ancak daha derin bir olumlamayla gerçekleşebilir. Yaşamın etkinliği yanlışın bir gücü gibidir; kandırmak, saklamak, büyülemek, baştan çıkarmak. Ama gerçekleşmesi için, yanlışın bu gücünün seçilmesi, güçlendirilmesi ya da yinelenmesi, daha yüksek bir güce yükseltilmesi gerekir. Yanlışın gücü bir aldatma istencine, çileci idealle rekabet edebilecek ve başarıyla ona karşı koyabilecek tek sanatsal istence taşınmalıdır. Sanat tam olarak yanlışı bu en yüksek olumlu güce yükselten yalanlar üretir; aldatma istencini, kendini yanlışın gücünde olumlayan bir şeye dönüştürür. Görünüm sanatçı için artık bu dünyada gerçeğin olumsuzlanması değil, bu seçim, bu düzeltme, bu yineleme, bu olumlamadır. O zaman belki de hakikat yeni bir anlam kazanır. Hakikat görünümdür. Hakikat gücün gerçekleşmesi, en yüksek güce yükselmedir. Nietzsche'de "biz sanatçılar" = "biz bilgi ya da hakikat arayıcıları" = "biz yeni yaşam imkanının kaşifleri".

11 Şubat 2017

Jeân Genet

''Geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku
benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben. Uzak, tehlikeli bir geceye —geceler hep böyledir zaten— girip yittiler. Simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğlesen, düşlerde eğlesen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir. Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür

10 Şubat 2017

ŞANS - Georges Bataille



Bocalıyorum ve yalnız kalıyorum, yaşama nasıl katlanacağımı bilmiyorum.
Daha doğrusu biliyorum: Sertleşeceğim, kendi çöküşüme güleceğim, önceki gibi yoluma devam edeceğim.

Şimdi katılaşıyorum ve yoluma gidiyorum (başladım). Harekete geçme koşuluyla! Sanki harcanan çabaya değermiş gibi sayfamı büyük bir özenle yazıyorum.

Harekete geçme koşuluyla!
Yapacak şeyi olma koşuluyla!

Yoksa nasıl sertleşeceğim! Bu boşluğa, hiçbir şeyin susuzluğunu gideremeyeceği bu susuzluğa, boşunalık duygusuna nasıl katlanacaktım? Bu dünyada yapacak hiçbir şeyim olmamasının düş kırıklığını (umutsuzluğunu) anlattığım bu kitabı, bu şeyi yazmanın dışında yapacağım ne vardı?

 Bitkinliğin (önemsiz, doğru) çukurunda bile keşfediyorum.
Bu dünyada bir amacım, bir hareket nedenim var.
Tanımlanamaz bir şey bu.

Şans ışığımın beni hiç terketmeyeceği deneyimlerle işaretlenmiş, çetin bir yolu düşlüyorum. Kaçınılmazı, gelecekteki tüm olayları düşlüyorum.

Parçalanma veya bulantı içinde, bacaklarımda derman bırakmayan bitkinlikler içinde ve ölüm anına kadar, oynayacağım.

 Bana düşen ve bıkmadan usanmadan yenilenen, her gün

bir süvari gibi habercisi

benden önce gelen, hiçbir zaman hiçbir şeyin sınırlandıramadığı,

geceden çıkan
bir ok olarak ben

diye yazdığım zaman uyandırdığım şans, en iyisi ve en kötüsü ile beni sevdiğime bağlayan şans sonuna kadar oynanmak ister.

Beni okuyan sen, kim olursan ol: Şansını oyna.

"En uzun merdiveni olan ve en alta inebilen ruh,
ruhların en genişi, kendi içinde en uzağa koşabilen, başı boş gezip tozabilen ruhtur,
en gerekli ruh, rastlantının içine  memnuniyetle atlayan ruhtur, 
olan ve oluşun içine girmek isteyen ruh, sahip olan ve sitemin ve arzunun içine atlamak isteyen ruh,
kendinden kaçan ve en uzak çevrede dolaşırken yakalanan ruh,
en bilge ruh, deliliğin en yumuşak şekilde kalbe hitap ettiği ruh,
kendini en çok seven ve her şeyin çıkışlarının ve inişlerinin, akımlarının ve geri akımlarının varolduğu ruh." (Zerdüşt)


İçinde bulunduğum bu hiçlikte -bunaltacak kadar soru soran ben boşluğu genişletmeyen, soruyu ikiye katlamayan bir yanıt göremiyorum- hiçbir şeyi ayırt edemiyorum: Tanrı bana, kaba materyalizmin "doğa"sı kadar boş bir yanıt gibi görünüyor.


Önümüzdeki gölgede keşfedilmeyi bekleyen şey: Süt gibi beyaz bir öte dünyanın büyüleyici çağrısı, bir zevk gölünün gerçekliği.

06 Şubat 2017

ars longa vita brevis / enis batur

ars longa vita brevis
“bir vakitler ardışık olmayan, geçmiş ve geleceği içeren, belirli bir şimdi’nin kaynağı olan bir zaman vardı. insan, bütün bu zamanları kapsayan sonsuzluktan sürülünce, ölçülebilen zamanın içine düştü ve saatların, takvimlerin kölesi oldu. zaman dün, bugün ve yarına, saatlara, dakikalara, saniyelere bölününce, insan zaman ile, gerçekliğin akışı ile bir olmaktan uzaklaştı.”

hegel’in sanatın ölümüne ilişkin tarihsici (historiciste) kehâneti gerçekleşmedi. âdemoğlu, tıpkı ibrani’nin sürekli göçü ve kıyametle boy ölçüşmek isteyen sürgünü gibi, sanatta, boyutlarından kovulduğu ve üçboyutluluğa devrildiği sonsuzu özlemeyi sürdürdü. sonsuzluğu istemek, bu isteğin sürekliliğinde yaşama olanağı olmasa bile, bir başka zamanın gövdesine taşınabilmek olduğu için, sanat ötekilik koşuluyla “fizik zaman”a karşıkoyma uğraşı oldu: duyarlığa ve zihine, duyulara ve ele yönelirken dış zamana karşın iç zamanı, zamanın düzçizgisel olmayan mantığını gerçekleştirdi. gene de, sanatçının dış zaman ile karşıkarşıya oluşunda bir karabasan niteliği buldu zaman: saatın ve takvimin sanal birer araç olarak gün ve gece, gün ve mevsim, gün ve yıl biçiminde oluşturup örgütlediği düzçizgisel zaman, sanatçının ‘ömür’ ile ‘ölüm’ ikilisi önünde duyduğu, hafiflemek nedir bilmeyen bir ağrıyı: sonsuz karşısındaki sınır gerçekliğini, açık ya da örtük, işlemesine yol açtı.

geçmişin her bir uygarlığında; bu uygarlıklardan silinerek, eksilerek de olsa bize ulaşmış her bir insansal sözde bir yaratılış söylencesiyle bir apokalips söylencesinin izlerini görürüz. ve insanlık tarihinin bilinçaltına yer etmiş bu iki durağın arasından sanaterinin her yerde ve her çağda sınırlarının ötesine taşma güdüsünü beslediğini, imgelemini doğal yapay demeden zorladığını, onu kendi gücünün neredeyse ötesine ittiğini farkederiz. blake’in uyarıcılarda, verlaine’in absinthe’te, segalen’in durdurak bilmeyen yolculukta, kafka’nın bir düş mahzeninde, yesenin’in ölümde aradığı, belki de zaman’ın som boyutuydu. cézanne resimlerini zamanın içinde bitiremiyordu; artaud orada yazamıyor, borges orada susamıyordu. zaman, sanatçı için anaizlek, anakonuydu hep.

bu denemenin girişindeki satırların yazarı octavio paz, düz-çizgisel zamanın tanrısı khronos’un karşısına içgörenlerin (visionnaire) devrik zamanını diker. gerek sanatçıların belli bir bölüğünün, gerekse düşülkecilerin iki ucun arasna sıkıştırılagelmiş takvim’e başkaldırışlarının serüvenidir bu. tarih’e, geçmiş zamanın bu tılsımlı bilgisine bakarken bile, içgören, düz-çizgi zaman boyutunu bir kristalin parçalanma ânını durduturmuşçasına algılamayı seçer. proust’un “yitirilmiş zaman” yolculuğu, paramparça bütünü; bir bakıma yalnızca kendisinin, o da yalnızca bir defalığına düzenleyebilme tansığını canlandırır. bizim coğrafyamızın ağrılı nostaljikleri için de durum uzun uzadıya farklı değildir aslında: koca mustafapaşa’daki şair ile “bursa’da zaman”ın kuyumcusu için zaman, sanki bir sarnıca biriktirilen tanrısal vergidir. tıpkı hisar gibi, kollarına saat takmaz onlar. bir başka yakada, düne ve yarına kendini kapatan şair, belli bir bölgede günü doldurur: yalnızca akşam yaşar hâşim, dranas geceye saplanır, nâzım’da sabahın büyülü gücü salınır… dünün ve bugünün ardından geleceği sınayacaktır şair soyu: büyük futuriste depreminin mimarları, özellikle de hlebnikov ve mayakovski yarının nabzını tutarlar. okyanusun ötesinden yaşlı avrupa’ya inen pound ise saltık bir ardzamanlılığın ardındadır.
gerçeküstücülükle birlikte, sonsuzla hesaplaşma canalıcı bir hız alır. mallarme’nin zaman-dışılık deneyiminden, lautreamont ve rimbaud’nun başkaldırı zamanına yataklık eden korkunç cüretten yola çıkan gerçeküstücüler, acımasız bir duruşmada sorgularlar düzçizgi zamanı. bir bir öteki boyutlara tırmanılır: düş zamanı, haşhaş zamanı, düşülke zamanı aynı bilince taşınır: dali’nin yumuşakça saatları, de chirico’nun akrep ve yelkovana terkettirdiği ıssız saat kuleleri, breton’un sonsuz aritmetiğine sokulduğu “rastlantı zamanı”, aragon’un saltıkla yüzleşmesi gerçeküstücülüğün zamanın öteki boyutu’na yaptığı yolculuğun başlıca duraklarıdır. başka bir kolda, hegel’in deyimiyle “dünyanın nesri” olarak adlandırılabilecek bir dil/bilinç düzleminde, mürekkep zaman çok biçimli bir dönüşümden geçecektir. anlatı alanında, özellikle de sinema ve romanda, düzçizgisel zaman anlayışı bir uçtan ötekine çatlar. bilinç akışı ile birlikte zaman zinciri kırılır. halkalar arasındaki düzen değişmekte, bir halkadan bir başka halkaya akılsırermez hızsal farklarla geçilmekte, kimi halkalar büyürken kimileri de toptan yokolmaktadırlar. bu açılım faulkner’ın yapıtında doruğuna ulaşır bir bakıma: romancı, keskin bir titizlikle bir deste iskambil kağıdını karıştırır gibi anlatının zamandizinini karıyor, gene de hangi kağıdın nerede olduğunu bilen bir hile ustası gibi hangi zamansal birimin hangi sıraya girmesiyle hangi efektin uyanabileceğini, inceden inceye hesaplıyordur artık. çağcıl romancının mürekkep zamana yaklaşımı bir örnek değildir. musil’in niteliksiz adam’ının bir yerden sonra dünü ve yarını kalmaz: sonsuz bugün’e çalışır yazar. beckett’te zaman ufalarak, borges’teyse büyüyerek ölçüsüzlüğe açılır. nathalie sarraute ve öteki ‘yeni romancı’lar ile mikroskopik bir boyutta algılanacaktır. sinemada ise, bir bakıma ekonomisi aranır zamanın. fellini, özellikle de sekiz buçuk’ta, hem düzçizgi zamanın ileri geri mantığını zorlar, hem de, öte yandan, düş ve sanı zamanını devreye sokar. alain resnais, muriel’den providence’a doğru, ölçülebilen zamanın algılanış ölçüsüzlüğünde konaklar, kubrick’in 2001’i zamanın metafizik ve fizik sorgulanışını aynı potada eritir.

ars longa, vita brevis: hippokrates “sanat uzun, yaşam kısadır” der. sanateri kendisine acımasız bir hisse çıkarmıştır bu kıssadan: geçmişin kuyusuna, şimdiki zamanın öteki kuyusuna, geleceğin kalın sisine korkusuzca dalarken bir bakıma yapıtının cadenza’sını belirler: doğuda ve batıda, güneyde ve kuzeyde gizleri en çok soru konusu edilen boyuttur zaman. ve gılgameş’in ölümsüzlük düşü elden ele, geceden gündüze sonsuz dolaşımını sürdürmektedir.


03 Şubat 2017

fernando pessoa / huzursuzluğun kitabı



 Hayattan çok az şey istedim -ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne elalem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.

Huzurlu odamda kederler içinde yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızım. Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.

Böyle anlarda, onunla aynı hamurdan olduğumu kavrayan kalbim daha hızlı atıyor. Daha çok yaşıyorum, çünkü daha büyük yaşıyorum. Benliğimde dinsel bir güç, bir tür dua, hatta bir çığlık hissediyorum. Bana karşı tepki yukarıdan, zihinimden geliyor... Kendimi Rua dos Douradores'te, dördüncü kattaki dairemde, uykudan ağırlaşmış ben'i izlerken görüyorum; önümde duran yarı dolu kağıttaki güzellikten yoksun, boş varlığıma, ucuz sigaraya - eskimiş sümenin üzerinde uzun uzadıya anlattığım bütün bu şeylere bakıyorum.Yukarıda dördüncü katın tepesinden, yaşamı sorgulayan ben! Dahiler ve ünlüler gibi nesirler yazan ben! Buradaki benim,ne eksik,ne fazla!...


Donald Kuspit

Tablo, röprodüksiyon haliyle gündeliğin sınırları içine girer. Ondan kaçmak artık neredeyse olanaksızdır. Tablo, röprodüksiyonun ona dayattığı günlük bilincin zindanından ancak tüm bunlara meydan okuyan bir estetik algı sayesinde kurtulabilir. Ciddi bir sanatseverin tabloyu estetik açıdan bir kez daha onaylaması demek, onu adeta yeniden yaratması demektir ki bu da sanatçının eseri yaratmasıyla aynı manevi amaca yöneliktir: Yaratıcılık, yaşadığımız dünyanın günlük bilincinden kaçmanın ve hatta ondan tamamen kopmanın yoludur. Sanatçı, konusuyla – yani Cezanne, manzarasıyla- bir yandan günlük olanın içindeyken öte yandan onu estetik olarak yeniden yaratarak aşmaktadır.
Postmodern dönemde artık tabloyu görmeyiz, yalnızca röprodüksiyonunu ya da en iyi olasılıkla tabloyu röprodüksiyon aracılığıyla görürüz; böylece tablo ile röprodüksiyon özdeş hale gelir ve popüler(leştirici) göze neredeyse aynı gibi görünür. Yeniden üretilerek evcilleştirilmesi nedeniyle röprodüksiyon, gerçek olandan daha gerçek, daha kabul edilebilir hale gelir, yani daha anlaşılabilir ve daha tanıdıktır: artık sorumluluk sanatçıda değil, izleyicideymiş gibi görünmektedir. Röprodüksiyonu yapılan Cezanne’ın eseri günlük yaşamın bir parçası olarak görüldüğü içindir ki insana güven verir ve çekici gelir – bu durum da gündelik bilincin tek meşru bilinç olduğunu doğrular; halbuki gerçek Cezanne kaygı ve rahatsızlık vericidir, çünkü gündelik bilince zarar verir. Röprodüksiyonların normalleşmesi yolunda gösterdiğimiz hassasiyeti, orijinallerin, gerçek şeylerin normalliğini yitirmesine karşı, bu yitiriş sinirimizi bozduğu, bilincimizi tedirgin ettiği halde, göstermiyoruz. Bu nedenle röprodüksiyon ikili bir kısırlaştırmadır: Hem sanat eserini hem de ona ilişkin bilinci, genel anlamda bilinci kısırlaştırır.

01 Şubat 2017

Susan Sontag / Jeff Wall

Bireysel savaş karşıtı görüntüler arasında, Jeff Wall'ın 1992'de yaptığı 'Ölü Bölükler Konuşuyor' (Kızıl ordu devriyesinin düşürülmesinden sonraki bir hayal, Mokor yakınları, Afganistan -1986 kışı) başlıklı devasa fotoğraf, bana göre düşünselliği, tutarlılığı ve tutkusuyla örnek alınmalıdır. İki buçuk metre yüksekliğinde ve dört metreden geniş bir Cibachrome dia olan ve bir ışık kutusu üzerine oturtulmuş, bir belgenin anti tezi niteliğindeki resim, sanatçının stüdyosunda kurduğu bir manzarada, yıkılmış bir yamaçta, poz veren figürleri gösterir.

Wall'ın hayali fotoğraf çalışmasındaki figürler "gerçekçi"dir, ama elbetteki imgenin gerçekle ilgisi yoktur. ölü askerler konuşmaz. Ama burada konuşmaktadırlar.


31 Ocak 2017

Bataille/erotizm

Erotizm, düşleyenin kendisi de düşlenmediği sürece düşlenemez. 
....
Erotizm sorunların sorunudur. İnsan, erotik hayvan olduğu sürece kendisi için bir sorundur. Erotizm, içimizdeki sorunlu kısımdır. Tüm sorunların içinde erotizm, en gizemlisi, en geneli, en uzakta tutulanıdır. Saklanamayan, yaşamı coşkunluğa açılan herkes için erotizm kişisel bir sorundur.


30 Ocak 2017

oruç aruoba. sanat, sıkıntı

Sanat, Sıkıntı-Karşıtı'nın, Sıkılmamanın özüdür;
ya da daha doğrusu "karşıt" sözcüğünün tuzağına düşmemek için sözü ters çevirmek gerekir:
Sıkıntı = Sanatın (Yazının) etkin güç olarak karşı çıktığı tepkin güç.

Sıkıntının temeli üzerinden hareketle yazmaya başlanır.
Bu temel üstünde, demek ki Sanat olarak yazı yükselir. Sanat gerçekten de insanı sıkıntıdan kurtaran o şaşırtıcı güçtür: Sanat sıkıntının bir süre için kesilmesidir (kısa devre yapma), bir başka metafiziğin, ilkine müdahalesidir.

Boşluktan kurtulunamıyor ki...
Önemli olan tek şey nedensizce yazman...

29 Ocak 2017

Francis Bacon/Norbert Lynton

Francis Bacon’ın korku veren imgelerden oluşan yapıtları anıtsal boyutlarda yapılmıştır; oysa Giacometti’ninkiler daha narin ve ince olmaya eğilimlidir. Bacon’ın eserleri hepimizin bildiği günlük yaşantılarımızı sergilerken, Giacometti Çağlar boyunca insan imgesini dile getirir. Bir sahneye benzeyen, insana yakın ve sıcak bir yeri akla getiren; aynı zamanda kapalı yerlerde kalma korkusu (fobisi) uyandıran boşluklar, Bacon’ın resimlerinde dikkati çeker. Bu boşluklardan yararlanan Bacon, insanlardaki belli belirsiz dehşet ve korku duygularını harekete geçirir. Bunlar, devlet yönetimine muhalif olanların etkili bir biçimde yok edilmesinden kaynaklanan korku ve dehşet olabileceği gibi, günlük yaşamın adeta bir parçası haline gelmiş gaddarlıklar karşısında duyulan korkuyu ve dehşeti de ima ederler.
Ancak, sıradan bile olsalar insana acı veren bu olayların gözleri önüne serilmesinde fotoğraftan yararlanıldığını, belli bir emek sarfedilerek yapılmadığını öğrenmek bizim için sarsıcı olmuştur. Aralarında Çömelen Çıplak Üzerine İncelemeler’in de bulunduğu pek çok tablosunda Bacon, Muybridge’in incelemesinden faydalanmıştır. Bu, insan ve hayvan hareketleri üzerine bir dizi fotoğraftan oluşan bilimsel bir incelemedir. Bacon’ın ürküntü veren figürlerinin böylesine güzel boya pasajlarıyla sunulması, çok daha sarsıcıdır. Oysa kullandığı araçlar ve verdiği mesaj arasında böylesine etkili bir uyuşmazlık yaratmayı, yalnızca Goya başarmıştı. Bir ölçüde bu ikileme dayanılarak, Bacon Sürrealist gelenekten çok Ekspresyonist geleneğe yakın bulunabilir. Öteki nedenler gözönüne alınınca da, ona Moore’un yanında yer verilebilir. İnsanları acı çekerken ve allak bullak bir halde resmettikleri için, uzun klasik geleneğe katkıda bulunan son sanatçılar olarak onları tanımlayabilirken, aynı zamanda bu geleneğin taşıdığı anlamı tersine çevirdiklerini de görürüz.
Hıristiyanlıkta çok eskiden kahramanların acı çekişlerini ifade etmek için imgelere gerek duyulmuştu. Bacon gibi sanatçılar bu geleneği tersine çevirmişlerdir. Azizlerin acı çekmeleri, onların ulaştıkları zaferin bir simgesi idi. Oysa Bacon’ın işlediği, din dışı, şan ve şeref kazanmakla ilgisi olmayan şehitlik temasının farklı bir gelenekle bağlantısı vardır. Onu ilgilendiren kutsal kitap kahramanlarının değil, basit halk tabakasının çektiği acılardı. Tüm bunları gerçek hayattan, edebiyattan, gazetelerden, romanlardan, psikolojiden ve hepsinin üzerinde ikna edici sinema filmleri aracılığıyla bize ulaşan senaryolardan biliyoruz. Bacon ve onun gibilerin sanatı pahalı, hafif, çirkin bir sinema örneğine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Az çok gerçekçi öğelerden yararlanarak, acı çeken insanı resmetmeye girişen öteki sanatçılar, çıkış noktaları ne kadar katıksız olursa olsun tekrar tekrar bu tuzağa düşmüşlerdir. Bacon ise ödün vermeyen keskin görüşü sayesinde çoğunlukla bundan kaçmayı başarabilmiştir. En iyi tablolarının her bölümü (insan vücutları, sahne düzeni ve diğer öğeler). Onun bu saplantısını ve nefretini yansıtırlar. Sıradan ve alışılmış sahnelerin ele alındığı, günlük yaşam resmi geleneğine (genre painting) bağlı olan bu resimler, sanki Kafka ve Beckett’in yaşadığı çağda yapılmış Vermeer tabloları gibidir.

Modern Sanatın Öyküsü, Norbert Lynton, Remzi Kitabevi

Ferit Edgü/ francis bacon

I. Sanatçı

Adı: Francis Bacon.

Bugüne değin ressamdan, yontucudan çok, büyük yazarlar vermiş bir ülkeden geliyor: İrlandadan.
1909 doğumlu. Eşsevici. Astımlı. Esrarkeş. Alkolik. Kumarbaz.
1949daki Hanover Galerydeki ilk büyük sergisinden bu yana, tuttuğu yolda ilerlemiş, o sergiyle parlayan yıldızı, solmadan bugüne değin gelmiş bir sanatçı.

II.Akrabalıklar

Her sanatçının, uzak, yakın bir akrabası, bir hısmı, bir yakını vardır, geçmişin ya da bugünün sanatçıları arasında 1971'de Paristeki retrospektif sergisini gezerken, Bacon'ın yakın akrabaları arasında, Goya, Munch, Giacometti ve 1905-45 döneminin Picasso'sunu saymıştım. Ama belki bu ressamlardan, yontuculardan çok, Jean Genet, Beckett ve Dostoyevski gibi yazarlardır onun hısım akrabaları.

III.Sergi
Şu sıralarda Paris'e Claude Bernard Galerisi'nin üç büyük salonunda, sanatçının son yıllarda yaptığı resimler sergileniyor. Gördüğü ilgi ve yarattığı tepkilerle, Paris'in değil tüm Avrupanın son zamanlardaki en önemli sergisi. Sergide yer alan resimlerin tümü insan resimleri. Kişiler portreler ve Bacon'ın kendi portreleri. Sergideki resimlerin hemen tümü satılmış. Fiyatları ise, Batı resminin yaşayan büyük ustalarının, Chagal'ların, Miro'ların, Dubuffet'lerin fiyatlarına yaklaşık. Bu sanat olayına yalnız plastik sanat dergileri ya da ciddi yayın organları değil, haftalık haber dergileri, hatta kadın/moda magazinleri yer veriyorlar.

Yüz yıl kadar önce, bir Uzak Doğulu ressamın (Tçe - tao) resim sanatı için söylediği fırça, nesneleri kaostan çıkarmaya yarar, sözü sanki Bacon için söylenmiştir. Bacon'ın fırçaları, nesneleri, yalnız nesneleri değil (çünkü onun resminde nesneler, tek başlarına değil, fakat kişilerle ilişkili olarak önemli bir yer tutuyor. Ama kişilerin içinden çıktığı kaosu gizlemeden. Bacon'ın kişilerini bu tuvallerde kaosları içinde görüyoruz.

Bu ressamın fırçası, kişiyi yaratırken, onun içinde olduğu kaosu (siz ister seniz trajiği, dramı, yalnızlığı deyin) silmiyor. Tam tersine.

Ama yoktan var etme diye bir şey varsa ve yokun öbür adı Kaos, varın adı Tablo ise, Tçe-tao haklı.
Bacon'ın resimlerinin büyük bir çoğunluğunun üçlemelerden (tyriptique) oluşması mı bana bu duyguyu veren? Genellikle dinsel konulu resimlerden oluşur üçlemeler ve hemen hemen tümü, bilinen bir öykünün betimlenmesidir.

Bacon'ın üçlemelerin de ise, bir anlatım, bir betimleme yok. Bunları sözcüklere. çevirmek zorunda kalan bir kişinin (ressamın ya da modelin) üç değişik ruh durumunun yansıtılması diyebilir miyim? Böylesi bir yoruma, sanatçıdan önce ben gülerdim ruh durumu sözcükleri için değil. Çünkü bazı resimler ve büyük ressamlar için bu iki sözcüğü çekinmeden kullanabiliriz. (Örneğin, yalnızlıktan ve acıdan gelen bir başka ressamın, Van Gogh'un resimleri için)

Eğer, ruh durumu deyimini yakıştıramıyorsam Bacon'ın bu üçlemelerine, bu, yalnızca ruhla, giderek psikolojiyle değil, yalnızca durumla ve yalnızca plastik durumla ilgilendiği içindir. Aynı portreyi, bir üçlemede üç ayrı biçimde çizip boyuyorsa, bu, değişen insan yüzünü, bir tuvalin içine bir defada oturtamadığı içindir. Dolayısıyla de, karşımızdaki üçlemede gördüğümüz bir yüzün üç değişik görünümü, yalnız üç değişik görünümü değil, insan yüzünün sonsuz değişkenliğini dile getiriyor. Bacon imkansızın resmini yapıyor. Ya da yapmaya çalışıyor.

IX. Acı/Yalnızlık/ Umutsuzluk

Bacon'ın dünyasının anahtar sözcükleri değil, gerçek sözcükler bunlar. O dünyayı açıklayabilecek, o dünyayı adlandırabilecek sözcükler.

Bacon'ın akrabalarından, yakınlarından söz ederken, Leonardo'nun adını anmadım. Belki yanıldım. Ressam Leonardo ile değilse de yazar Leonardo ile Bacon arasında bazı yakınlıkların olması gerek. Bu büyük ustanın şu notu, bana öyle geliyor ki, Bacon'ı yakından ilgilendirmiştir: figürleri ne, kişilerin kafasında yer alan düşüncelerin açıklayıcı görünümünü ver.

Leonardo'nun bu kendi kendine verdiği salık, kanımca, Bacon'ın resimlerinde yüzyıl arsonra gerçeğini buluyor. Bir farkla: Kişilerin kafasındaki düşüncelerin yerini; burada (Bacon'ın resimlerinde) içinde bulundukları yer alıyor. Ya da, herkes böylesi yalnızlık, acı ve umutsuzluk içinde olmadığına göre, bazı kişilerin diyelim.

Ama Bacon, bazı kişileri bilmiyor. O kendi (ve kendisi gibilerin) yalnızlığını, acısını ve umutsuzluğunu çizip boyuyor. Bu açıdan onun resmini, yalnız resim olarak ele alamayız. Yalnız, güzel, çirkin, başarılı ya da başarısız resimler olarak değerlendiremeyiz.

Bu resimlerde, eşseviciliğin, alkolün, uyuşturucuların birleştirici ya da ayırıcı özelliğini, o çırpınan, o parçalanan, o bunalan, o kendinden başka tutunacak dal bulamayan, o çıplak ampulün altında yalnızlığını yaşayan, o geceleri yada sabahları lavabolara kusan, o kendini kapatılmış, ya da daha korkuncu, boşlukta duyan, o yüzünü (kişiliğini) keşfetmek için el yordamıyla uğraşan, o merdivenlerden güçsüz bacaklarıyla inen ve o, hep kan ağlayan insanı, sanatçının kendisini ya da benzerlerini görüyoruz.

Gene, izin verilirse, büyük Leonardo'ya döneceğim: umutsuzu nasıl resmetmeli? sorusuna şu karşılığı veriyordu: umutsuz, bir bıçakla vuracak kendine. Giysilerini paramparça edecek. Ve bir eliyle yarasını parçalayacak. Ayakları ayrık olacak, bacakları bükük. Tüm bedeni yere doğru eğilmiş.
Bir resim tarihçisi değilim, Leonardonun bu umutsuz figürünün var olup olmadığını, varsa hangi tablosunda ve bu tablonun nerede bulunduğunu bilmiyorum. Ama bu betimlenen kişiyi, bir süre önce gördüm: Paris'te, Bacon adlı bir adamın resimlerinin sergilendiği Claude Bernard galerisinde.


26 Ocak 2017

Julıa Kristeva - Kara Güneş

Kendini hedef alan yakınma, ötekini hedef alan yakınmadır ve kendini öldürmek, bir başkasının katlinin trajik bir maskelenişidir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir mantık, katı bir üstbenliği ve kendinin ve ötekinin idealleştirilmesini ve değersizleştirilmesini (bu hareketlerin tümü özdeşleşme mekanizmasına dayanır) içeren bir karmaşık diyalektiği varsayar. Çünkü sevilen-nefret edilen ötekiyle içe alma-içe yansıtma yoluyla özdeşleşerek, onun zorba ve zorunlu yargıcım haline gelen yüce parçasının yanı sıra, beni alçaltan ve tasfiye etmeyi arzuladığım iğrenç parçasını da kendi içime yerleştiririm. Buna bağlı olarak depresyon analizi, yakınmanın ötekine yönelik bir nefret olduğu ve kuşkusuz bu nefretin de akla getirilmeyen bir cinsel arzunun taşıyıcı dalgası olduğu gerçeğinin açıklığa kavuşturulmasından geçer. Aktarımda bu tür bir nefret çıkışının, analist için de riskler taşıdığı ve depresyon terapisinin (nevrotik olarak adlandırılan depresyon terapisinin bile) şizoid parçalanmaya yaklaştığı tahmin edilebilir.


25 Ocak 2017

Sanat Yapıtı - Sartre



Yapıt hiçbir zaman boyanan, yontulan ya da anlatılan nesneyle sınırlı değildir; eşyayı nasıl dünya perdesi önünde görüyorsak, sanat yapıtının canlandırdığı nesneleri de evren perdesi önünde seyrederiz. Fabrice'nin serüvenlerinin ardında, 1820 İtalya'sı, Avusturya'sı ve Fransa'sı görünür; Rahip Blanes de yıldızlarıyla birlikte göğe ve sonra da bütün yeryüzüne bakar. Her ne kadar ressam bize bir tarla ya da bir vazo dolusu çiçek sunarsa da, resimleri dünyaya açılan bir penceredir; başaklar arasına dalıp giden şu kırmızı yolu biz, Van Gogh'un çizdiğinden daha öteye, başka buğday tarlaları arasında, başka bulutlar altında, denize dökülen bir ırmağa dek izleriz; ve tarlaların varlığı ile erekliliğin varlığını ayakta tutan derin toprağı sonsuza dek, dünyanın öteki ucuna dek uzatırız. Demek ki yaratıcı edim, yarattığı ya da yeniden canlandırdığı birkaç nesne aracılığıyla, dünyayı yeniden ele geçirme ereğini güder. Her resim, her kitap varlığın bütünlüğünün yeniden ele geçirilişidir; her sanat yapıtı bu bütünlüğü seyircinin özgürlüğü önüne getirir. Çünkü sanatın en son ereği de budur: dünyayı olduğu gibi, ama sanki kaynağını insani özgürlükten alıyormuş gibi göstererek yeniden ele geçirmek, yakalamak.

18 Ocak 2017

eğitimci olarak schopenhauer

...her zaman anıların ve içe yönelmenin korkusu içindeyiz. Bize böylesine dil uzatan şey, bizi uyutmayan bu sivrisinek nedir? Etrafımızda hayaletlere benzeyen şeyler dolanıyor, hayatın her anı bize bir şey anlatmak istiyor, ama biz bu hayalet sesi duymak istemiyoruz. Sessiz ve tek başımıza olduğumuz zamanlarda, bir şeyin kulağımıza fısıldanacağından korkuyoruz ve işte bu yüzden sessizliği aşağılayarak kendimizi sosyalleşme ile zehirliyoruz.

Zaman zaman derinden içine gömüldüğümüz bataklığı görecek kadar başımızı kaldırmayı başarabiliyor olmamız aslında hiç de küçümsenmeyecek bir başarıdır. Ama bunu yapmayı bile -bu yüzeye çıkışı ve bir anlık uyanışı- kendi gücümüzle beceremiyoruz. Kaldırılmamız gerekiyor, iyi de bizi kaldıranlar kimlerdir?

Onlar gerçek insanlar, o artık hayvan-olmayanlar, filozoflar ve sanatçılardır. 

04 Mart 2014

oğuz atay

Günlük - Oğuz Atay
25 Nisan 1970

Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız. 

08 Şubat 2014

samuel beckett

Bu iki yüzlü üç başlı çevik canavar ya da ilahtan: Zaman- bir diriliş koşulu çünkü bir ölüm aracı; Alışkanlık- ilkinin tehlikeli coşkusuna karşı çıktığı ölçüde bir hastalık ve ikincisinin zalimliğini hafiflettiği ölçüde bir nimet; ve Bellek- zehir ve panzehirle, uyarıcı ve yatıştırıcıyla tıka basa dolu bir klinik laboratuar; kaçan zihin, onun despotluk ve uyanıklığın hoş gördüğü tek telafiye ve kaçış mucizesine döner. Yaşamın içine batmışken beliren bu rastlantısal ve firari kurtuluş, ancak irade dışı bellek alışkanlığının anlık bir ihmali ya da azabıyla uyandığında gerçekleşebilir. Başka hiçbir koşulda değil; hatta o zaman bile bir zorunlulukla değil

paul celan

Yakalanmışız zaten,
öylesine iç içe geçmişiz ki,
Tanrı'm, senin vücudun
sanki bir vücut her birimizden.

Dua et, Tanrı'm,
dua et bize,
yakınındayız işte.

Gidiyorduk rüzgârda savrularak,
gidiyorduk eğilip bakmak için
yanardağın çukuruna, göle.

Gidiyorduk Tanrı'm, gidermeye
susuzluğumuzu.

O bir kandı, o bir kan,
Tanrı'm, senden akan.

Parlayıp duruyordu.

Senin suretin vuruyordu, Tanrı'm, gözlerimize.
Göz ve ağız nasıl da açılmış ve boş, Tanrı'm.
Sonunda içtik, Tanrı'm.
Kanı ve sureti, kanda olan.

Tanrı'm, dua et bize.

Yakınındayız işte.

07 Şubat 2014

theodor w adorno

Bir makinenin parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, böyle romanlarda, hâlâ özne olarak davranma kapasitesine sahip kişiler gibi sunulmaktadır bize – sanki hâlâ onların eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür

jean baudrillard

eskiden yolculuk yapmak başka yerde olmanın ya da hiç bir yerde olmamanın yoluydu. bugün, herhangi bir yerde olma duygusunu hissetmenin tek yoludur. kendi evimde, her türlü enformasyonla ve bir yığın ekranla çevrelenmiş olarak, hiçbir yerde değilim artık; ama yine de dünyanın her yerindeyim, evrensel sıradanlığın içindeyim

24 Ocak 2014

ursula le guin

vermediğiniz bir şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir…

20 Ocak 2014

nazım hikmet

yasamak… 
ne acayip iştir ki 
bu ne mene gidiştir ki taranta babu
bugün bu 
«bu inanılmıyacak kadar güzel» 
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denli kepaze.

19 Ocak 2014

robert musil

Bu doğrultuda olmak üzere, bilmek, yabancı bir şeyi kendine mal etmekten başka bir şey değildir, insan, o şeyi bir hayvan gibi öldürür, parçalar ve sindirir. İnanç, artık değiştirilmesi mümkün olmayan, donmuş ilişkidir. Araştırma, sabitleme ile eş anlamlıdır.

Karakter, kendini değiştirme tembelliğidir. Bir insanı tanımak, ondan artık nerdeyse hiç etkilenmemektir. Anlayış, bir tür bakıştır. Hakikat, nesnel ve gayri ihtiyari düşünmeye yönelik başarılı girişimdir. (sf.283)

Ulrich, bu tutumu çok iyi tanıyordu. Bu noktada belki de ruhçuluğa karşı bir teşekkür borcunu yerine getirmek gerekiyordu; çünkü ruhçuluk, ölmüş kadın aşçıların öbür dünyadan verdikleri raporları hatırlatır ve komik bir şekilde, Tanrıyı olmasa bile en azından ruhları, karanlıkta insanın boğazından soğuk bir yemekmişçesine kaşıklamaya yönelik kaba metafizik ihtiyacı doyurmak peşindeydi.

Eski zamanlarda Tanrı ya da onun yoldaşlarıyla kişisel bir temas kurmaya yönelik olan ve söylendiğine göre bir tür esrikliği andıran bu ihtiyaç, zarif ve kısmen de hayranlık verici şekillenmesine rağmen yine de yeryüzündeki kaba tutum ile, son derece alışılmadık nitelikte ve belirlenebilmesi olanaksız bir sezgi durumunun yaşantılarının birbirine karışmasını temsil ediyordu. Metafizik olan, bu durumun içine yerleştirilmiş fiziksellikti, dünyevi isteklerin bir yansımasıydı, çünkü insan ona baktığında, yaşanılan zamanın ürünü olan tasarımların insanda görebileceği beklentisini çok canlı bir biçimde uyandırdıkları ne ise, onu görüyordu.

Ama öte yandan özellikle zekanın tasarımları, zamanla değişir ve inandırılıcığını kaybeder; bugün birisi kalkıp Tanrının kendisiyle konuştuğunu, onu şakacı bir tavırla saçlarından yakalayıp kendi katına çektiği veya nasıl olduğu tam anlaşılamayan, fakat çok tatlı bir şekilde onun göğsüne süzülüverdiğini anlatmak isteyecek olsa, içinde yaşantılarını dile getirdiği bu tasarımlara hiç kimse inanmazdı ve inanmayanların başına da doğal olarak Tanrının resmi hizmetkarları gelirdi; çünkü aklı temel alan bir çağın çocukları olarak bunlar, histerik yandaşlarınca gerçek yüzlerinin sergilenmesi ihtimali karşısında çok insani denilebilecek bir korku duyarlar.

Bunun sonucunda insanın gerek ortaçağda gerekse antikçağ putperestliğinde örnekleri çok ve açıkça mevcut bulunan yaşantıları hayal ürünü ve hastalık belirtileri saymak zorunluluğuyla karşılaşması, ya da bunların şimdiye kadar içine dahil edildikleri mistik bağlantıdan farklı bir şey içerdiği ihtimalini hesaba katmasıdır; bu noktada, salt bir yaşantı çekirdeğinin varlığı söz konusudur; bu çekirdeğin katı deneyim ilkelerine göre de inandırıcı olması gerekecektir; böyle bir durumda da söz konusu çekirdek, bundan üst dünyaya ait ilişkilerimiz konusunda ne gibi sonuçlar çıkarilabileceği şeklinde ikinci soruya gelinmezden çok önce, doğal olarak çok önemli bir mesele niteliği kazanacaktır.

Ve teolojik aklın düzenine yerleştirilmiş olan inanç, her alanda bugün egemen olan aklın kuşkularını ve çelişkileriyle amansız bir savaş vermek durumunda kalırken, göründüğü kadarıyla mistik kavrayışın çıplak, geleneksel bütün kavramsal inanç kabuklarından soyulmuş, eski dini tasarımlardan çözülmüş, belki de artık sadece dinsel diye adlandırılması neredeyse imkansız temel yaşantısı gerçekten de çok yaygınlaşmıştır ve bu yaşantı, gündüz vakti yolunu kaybetmiş olan bir gece kuşu gibi zamanımızda bir hayaletin kanat çırpışlarıyla dolanıp durmaktadır.

james graham ballard

Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.
Kendi saplantılarıma, trafik kazasındaki güzelliğe, su altındaki ormanların dinginliğine, tenha kumsalların heyecanına, otomobil hurdalıklarının zerafetine, kat otoparklarının gizemine, terkedilmiş otellerin şiirselliğine inanıyorum.
Hayalgücümüzün okyanusuna yönlendiren, Wake Island’ın unutulmuş uçak pistlerine inanıyorum.
Margaret Thatcher’ın gizemli güzelliğine, burun deliklerinin kıvrımına ve alt dudağındaki pırıltıya, yaralı Arjantinli askerlerin melankolisine, benzin istasyonu çalışanlarının tekinsiz gülüşlerine inanıyorum; Margaret Thatcher’ın adı sanı kalmamış bir motelde veremli bir benzin istasyonu çalışanının nezaretinde genç bir Arjantinli asker tarafından okşanırken gördüğüm düşe inanıyorum.
Bütün kadınların güzelliğine, kadınların imgeleminin ihanetine, kalbime öylesine yakından, efsunlu süpermarket raflarının krom parmaklıklarıyla kadınların inancını yitirmiş bedenlerinin kesişimine, tüm sapkınlıklarıma gösterdikleri candan hoşgörüye inanıyorum.
Yarının ölümüne, zamanın tükenişine, şehirlerarası otobüslerin hosteslerinin gülümsemelerinde ve sezon dışında kalmış hava limanlarının trafik kontrolörlerinin yorgun gözlerinde yepyeni bir zamanın peşinde koşmamıza inanıyorum.
büyük 
adamların ve kadınların cinsel organlarına, Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Prenses Diana’nın bedenlerinin duruşlarına, tüm dünyayı kameraların önünde selamlarken dudaklarından çıkan güzel kokulara inanıyorum.
Deliliğe, açıklanamazın gerçekliğine, taşların sağduyusuna, çiçeklerin divaneliğine, Apollo astronotlarının insan ırkına yığdıkları hastalığa inanıyorum.
Hiçbir şeye inan(m)ıyorum.
Max Ernst’e, Delvaux’ya, Dali’ye, Titian’a, Goya’ya, Leonardo’ya, Vermeer’e, Chirico’ya, Magritte’e Redon’a, Duerer’ye, Tanguy’ya, Facteur Cheval’e, Watts Towers’a, Francis Bacon’a ve gezegenin tımarhanelerine kapatılmış görünmez sanatçılara inanıyorum.
Varoluşun imkansızlığına, dağların ironisine, elektromanyetizmanın absürtlüğüne, geometrinin güldürüsüne, aritmetiğin zalimliğine, mantığın cinayete azmine inanıyorum.
Yeniyetme kadınlara, bacaklarının duruşlarıyla ortaya çıkardıkları ahlaksızlıklarına, darmadağın bedenlerinin saflığına, apış aralarının pis otellerin banyolarında bıraktıkları izlere inanıyorum.
Uçmaya, bir kanadın güzelliğine, en azında bir kez uçmuş her şeyin güzelliğine, küçük bir çocuğun fırlattığı ve devlet adamlarının ve ebelerin bilgeliğini taşıyan taşa inanıyorum.
Cerrahın neşterinin sühuletine, sinema perdesinin sonsuz geometrisine, süpermarketlerin içlerinde gizlenmiş evrene, güneşin yalnızlığına, gezegenlerin gevezeliklerine, kendimizi tekrarlamamıza, evrenin ademi mevcudiyetine ve atomun can sıkıntısına inanıyorum.
merkezlerinin camlarındaki video kayıt cihazlarından yayılan ışığa, galerilerdeki otomobillerin radyatör mazgalllarında mesihsel içgörüler olduğuna, havaalanının asfalt pistine park edilmiş 747’lerin motor kapaklarındaki yağ kalıntılarının zarafetine inanıyorum.
Geçmişin olmadığına, geleceğin öldüğüne, bugünün ise sınırsız ihtimallerine inanıyorum.
Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge ve Kafka’daki çıldırmaya inanıyorum.
Piramitlerin, Empire State Binası’nın, Berlin Führer Yeraltı Sığınağı’nın, Wake Island uçak pistlerinin tasarımcılarına inanıyorum.
Prenses Diana’nın vücut kokularına inanıyorum.
Gelecek beş dakikaya inanıyorum.
Ayaklarımın tarihine inanıyorum.
Migren nöbetlerine, öğle sonralarının can sıkıntısına, takvimlerden korkmaya, saatlerin dönekliğine inanıyorum.
Kaygıya, psikoza ve umutsuzluğa inanıyorum.
Anormalliğe, ağaçlara, prenseslere, başbakanlara, terk edilmiş benzin istasyonlarına (Taç Mahal’den bile daha güzeller), bulutlara ve kuşlara delice sevdalanmaya inanıyorum.
Duyguların ölümüne ve hayalgücünün zaferine inanıyorum.
Tokyo’ya, Benidorm’a, La Grande Motte’a, Eniwetok’a, Dealey Plaza’ya inanıyorum.
Alkolizme, zührevi hastalıklara, hummaya ve tükenmişliğe inanıyorum.
Acıya inanıyorum.
Çaresizliğe inanıyorum.
Bütün çocuklara inanıyorum.
Haritalara, şemalara, şifrelere, satranca, bulmacalara, havayolu uçuş çizelgelerine, havalimanı sinyal lambalarına inanıyorum.
Bütün mazaretlere inanıyorum.
Bütün sebeplere inanıyorum.
Bütün sanrılara inanıyorum.
Her öfkeye inanıyorum.
Mitolojilerin, hatıraların, yalanların, fantezilerin ve kaçışların hepsine inanıyorum.
Bir elin gizemine ve hüznüne, ağaçların şefkatine, ışığı bilgeliğine inanıyorum.
[J.G. Ballard] İnanıyorum 2
J.G. Ballard gerçeküstü katalogda “kısmen şiir, kısmen nesir” diye tarif edilebilen yukarıdaki metni editör Daniel Riche’nin isteği üzerine yazdı ve metin, Bilim Kurgu dergisinin ilk sayında “Ce que je crois” serisinde yer almak üzere Ocak 1984’de Fransızca yayımlandı.

bela tarr


edip cansever

Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
Büyük bahçelerin küçük içinde
Saksılardan birinde
Gördüm de
Uyurken uyandırılmış gibi
Beni bir sardunya büyüttü belki.
O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.
Ne peki
Yere dökülen bir un sessizliği mi
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği mi.
Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Acaba bekler mi beni
Uykularım, o sonsuz uykularım
Yanmış bir limonluktaki
- Ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
Sesini hiç eksiltmeyen -
Ama bilmez miyim ben
Bilmez miyim hiç
Böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
Kısacık bir zaman olmalıydı elimde
Turfanda meyva gibi bir zaman
Yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
Geçerek erguvanların dönemecinden
Leylakların dörtyol ağzından
Yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
Acının dudaklarına ve geçmişin
Bir yaban gülü yaprağı gibi beni
Ama ne gezer.
Korkmuyorum artık solmaktan
Solmaktan ve solgunluktan
Gelmişim nerelerden böyle
Kurumuş bir dere yatağı gibi
Ya da pek kurumamış da
Baygın, hasta ya da can çekişen
Çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
Ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
Yorgun düşerek taşımaktan
Ve ne çıkar ayırmasam kendimi
Suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.
Koylardan
Kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
Eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
Ayırmasam kendimi
Diyorum ayırmasam
Köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
İçindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
Cepleri yüreği cepleri
Ayırmasam da ben
Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
Görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
Ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
O müthiş öğle sıcağında
Pencerenin önünde örgü ören birinin
- Örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
Görülmediği gibi
Ama var mıydı sanki görülmek isteyen
Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.

Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.
Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir.
Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdanbaşka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.
Oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
Kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
Buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
Bir şeyler olmalıydı. Ve sanki
Yıllar var ki saklamışım orda ben
Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her şeyi.

Ve her şey dönüştü işte
Kahverengi bir çarşambadan
Sapsarı bir cumartesiye.
Ansızın bir rüzgar çıktı demin
Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
Yakıyor gözkapaklarımı da
Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.
(Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
1 - İşte! bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
2 - Süt emer gibi bir memeden
Bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3 - Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)
(Ansak mı anmasak mı
Yeri mi şimdi değil mi
Bir tren yolculuğunda ve her yerde
Her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
Bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
Saatler iyi
Adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
Ve bütün yolcuların dalgın
Koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
Görünüşte kararsız
Görünüşte üzgün, endişeli
Görsek mi acaba, görmesek mi
Açıp da kapalı gözlerini arada
Şöyle bir görünümü tek bir solukta
Yalandan, inatla içine çekenleri
Ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
Belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
Bir tilki çevikliğiyle, acele
Katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
Bilmem ki, görmesek mi
Durunca tren bir istasyonda
Dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
Dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
Bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
Uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
Tutarak parmaklarıyla yalancı
Ve ucuzundan bir kolyeyi
Acaba görmesek mi
Bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.
Ansak mı anmasak mı acaba
Yeri mi şimdi, değil mi
Sırasını bekleyen bir kadının, hasta
Gereğinden fazla abartılmış yüzünü
Besbelli iğrenirdiniz
Çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
Bir duvar saatine ya da kapıya
Telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
Kısaca
Kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
Gördünüz, görüverdiniz bir daha
Sıyrılmış acılardan ansızın
Sevecen, durgun, sade
O yüzü
Belki de, orda, acele
Karar verdiniz
Bir anneniz olsun isterdiniz böyle
Ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
Her neyse…
Söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
Ben uzun yolları hiç sevmem
Doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
Ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)

Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
Denize bırakılmış çöpler gibi
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.
Bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
Bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
İçinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
Çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
Ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
Kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
Yağmurlu bir sundurmaya
Ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
Pencerelerde ve her yanda.
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.
(Nerdeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim.)
Geri getiriyor bunları rüzgar
Geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
İniltili, hasta bir konağı da
Çatısında baykuşların tünediği
Birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
Ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
Suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
Bir konağı ve konağın olanca görkemini
Geri getiriyor rüzgar.
(Konaksa yandı çoktan
Tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
İyi biliyorum tertemiz bir asfalt
Ezip geçti onu
Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)
Ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
Caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
Meyhaneler, genelevler
Pasajlar, dar sokaklar, geçitler
Soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
Ve bütün ilişkiler
Birden yerini aldı.
Ve her şey yetişti gene
Sarı bir çarşambadan
Kahverengi bir cumartesiye.

Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlenbik ağacının altından geçtim
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
Dişlerimle sıyırdım
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
Çakılların üstünden yürüdüm
Yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
İyice duydum
Çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
- Çok yüksekti. Deniz dibi renginde ve demirdendi. Üstünde aslan başı
kabartmalar vardı. İki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
Dışardan çam ğaçları görünürdü. Bir kırbaç gibi görünürdü. Ve
ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
On sekiz on beş trenine yetiştim
Geniş kadife koltuğa oturdum
Puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
Akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
Haydarpaşa’ya kadar bulmaca çözdüm
İskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
Bakışından tedirgin oldum
Giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
Vapurla Karaköy’e geçtim
Tokatlı’ya uğradım
Köprüden aldığım Fransız dergilerini karıştırdım
Kirazla bir kadeh rakı içtim
Çıkarken boy aynasında kendime baktım
Oldukça yakışıklıydım
Gömleğim temizdi, beyaz ceketim
Tertemizdi ve ayakkabılarım
Pantolonum ütülü
Yelek cebimde ince altın bir zincir
Sarı ve ince bıyıklarım
Tam Ruhi Bey bıyığıydı
Ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
- Zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
Boynumda menekşe rengi bir papyon
Hafifçe sarkık
Dudağımda bitti bitecek bir sigara
Kenarında dudağımın
Dışarı çıktım.
Tünele bindim, Asmalımescit’teki Viyana lokantasına geldim.
Avusturyalı karı koca beni karşıladılar
İkisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
karşıladılar
Benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. Beyaz Ruslardandılar, gözleri
necef taşı gibi sert ve parlaktı
Tezgahta bir Leh Yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
Soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
Üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
Çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
Markiz’e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım.
Oradan Galatasaray’a kadar yürüdüm
Bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
Gezindi ortalıkta bir süre
Ve durdum
Durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
Bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar Nasılım.

Nasıl olacaksınız Ruhi Bey
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey
Şarapla bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey
Böyle sabah sabah Ruhi Bey
Akşam akşam Ruhi Bey
Akşam sabah Ruhi Bey
Cıgara alır mıydınız Ruhi Bey
Yakalım Ruhi Bey, yakalım
Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey
Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey
Ne olur ne olmaz
Önümüz kış Ruhi Bey
Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim, iyiyim.
(Gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
Kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
Pembe pembe azarlanırım
O ölür ben azarlanırım
Kocaman bir konakta uzarım kısalırım
Ellerim tırnaklarım
Yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
Ve sıcak
Gözlerim, gözlerim benim
Denizi ilk defa gören bir çocuğun
Birdenbire yaşlanması neyse.)
Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey!
Kendimle bile, kendimle bile.
(Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
Ama hiç kimse.)

BİR ÇİÇEK SERGİCİSİ DER Kİ

Bin dokuz yüz on iki miydi, bin dokuz yüz elli iki miydi
Güneşli bir öğle miydi, çiçekler gölgesiz miydi
Ellerim kirli miydi
Neydi
Çiçeklere su mu serpiyordum, bir karanfil çok mu uzaklardan gelmişti
Bilmem ki
Benim bütün yaşamımda hep karanfiller olmuştur
Her zaman hatırlarım
Sanki bir karanfilden sürekli doğmuşumdur
Bin dokuz yüz on iki doğumlu bir karanfili
Karım göğsüme takmıştı. Şimdi ben çok yaşlıyım
Şimdi ben nedense çok yaşlıyım
Herkesi ayrı ayrı tanımam
Ruhi Bey’i İçerenköy’den tanırım
İçerenköy’ü iyi bilirim de ondan
Kaç yıl önceydi, şimdi unuttum
Babasını da tanırım
Kaç yıl önceydi, bilemem
Üryani eriği gibi gözleri vardı
Çizmeleri, kamçısı
Ruhi Bey, benden çiçek alırdı
O zamanlar sokak sokak dolaşırdım
Çiçek alanları iyi bilirdim
Ruhi Bey de çiçek alırdı
Nedense benden alırdı. Çünkü ben çiçekleri çok biçimli tutarım
Kuşkonmazları sevmem, kullanmam
Çiçeklerin aralıklarına bakarım
Sanki ben onları hep yeniden yaratırım, yontarım
Bin dokuz yüz kırk üçde biri öldü
Boynu değil, bir karanfilin sapıydı, yana düştü
Düşünce öldü
Bir ölülük sindi ellerime
Bir ölülük bana sindi
Ona sergimde her zaman bir yer ayırırım
Kimseler bilmez
Ben işte gizli gizli onu sularım
Karanlık bir karanfilliği
Yoklukta bir karanfilliği
O gün bugündür bütün çiçekler
Karanfildir benim için.
Bir gün de bir demet karanfilim yandı
Bir demet karanfilin penceresi, kapısı
Nedense yandı
Önce giyinik bir ev görünümündeydi, öyleydi
Takındı kırmızılarını sonra
Süslendi
Bir boşluk edindi orda kendine
Hemen oracıkta bir boşluk
Açtı şemsiyesini ve gitti.
Ben şimdi oğlumun yanında kalırım
Onun kırmızı yapraklardan yapılmış
Bir zamandışılığı vardır
Beni anlamaz
Anlamaz, niye anlasın
Anlaşılmak! -değil mi ama- sanki kimsenin olamaz
Ben kendime bir karanfil mezarı satın aldım
Beni oraya gömecekler
Ruhi Bey cenazeme gelecek
Ama hangi Ruhi Bey
Doğrusu biraz şaşırdım
İçerenköy’deki Ruhi Bey gelmez
O sadece karanfil satın alır
Ölümü pek beğenmez
Şimdiki Ruhi Bey ölüme daha yatkındır
Yaşamaya da
Ölümle yaşam arasında bunalır bunalır
Ben bu kadarını anlarım
O gelir beni kaldırır
Bir karanfil kalabalığına artık katılır
Geçen gün gördüm
Acımayı unuttum
Sevinmeyi unuttum
Ben her şeyi artık unutuyorum
Ama o geçerken ne yalan söyleyeyim şuramda bir ağrı duydum
Ağrı da değildi belki, hani, nasıl
Gövdemi yeniden buldum
Acılar acılara eklenince ağırlaşıyor
Gövdem de ağırlaşıyor
Ruhi Beyle kocaman bir demet karanfil oluyoruz
Şu üstümdeki boşluk kadar
Bir demet
Yok artık pek konuşmuyoruz
Benim sözlerim eskidi
Onunki de eskidi
Zaten kelimeler sonludur
Öyledeğil mi
Donuk donuk bakışıyoruz
Ben ölüme iyice yakın
O yaşamaktan uzak
Öyle bir gök içinde durmuş gibiyiz
Karanfiller ölürken
Karanfillerden bir deniz.
BİR MEYHANE GARSONU

İşte
Isınmış parke yolun kokusu
Demek ki ben mutsuzum
Tuhaf bir su içmişim de sanki içim görünüyor
Gözlerim buzdan
İçimde yaz kırıkları.
Eklemek gerek
Büyümesi gibi bir salyongozun
Yıllarla değil, yıllarla değil
Saniyelerle kıvrılmıştır kabuğum.
Aynalıpasaj’ı geçtim
Geçerken sağlı sollu aynalara baktım - her günkü gibi -
Vitrinlere baktım, düğmelere, fremuarlara
Yukardaki taş heykelciklere baktım
Bakmasam ne yapacaktım, açılıp kapanmaya başladı dudaklarım
Gözkapaklarım
Açılıp kapanmaya
Açılan kapanan çözülen
Ne varsa duyuyordum kendimde
Balıkpazarı’na saptım.
Ben balıkpazarı’na sapınca
Dünyada sayılmayan bir adamdım
Nasıl duruyorsa gökyüzü sayılmadan
Boylu boyunca bir duvar
Ve uzay nasıl duruyorsa
- Uzay ki mutluluktur
Ele geçmeyen bir sonsuzluktur uzay -
Ben masallara şunu bunu taşırdım.
Oldukçe dar bir sokağa gelince durdum
Karşıdan karşıya çamaşırlar asmışlardı
Mor, pembe, beyaz çamaşırlar
Kızgın yaz güneşinin altında
Hoşlandım
Anahtarı kilide soktum, bundan da hoşlandım
Çevirdim bir iki kez, kapı titredi
Ben de titredim
Dükkanı açtım.
Karşıki evler çoktan uyanmıştı
Hemen herkesi az çok tanırdım
İki kocakarı, levanten, dama oynuyorlardı gene camın önünde
Çinko balkonda bir kız çocuğu ağlıyordu
Oydu
Bir satıcıya sesleniyordu, oydu
Besbelli yeni uyanmıştı, saçları dağınıktı
Zayıftı, sürekliydi, değişmiyordu
Sesi inceydi, isterikti
Saate baktım dokuz buçuktu.
Ne yaptım da ben, daha sonra ne yapacaktım
Önce helaya girdim, bir süre helada kaldım
Terledim, adını bilmediğim bir kokuyla koktum
Mutfağa girdim
Patatesleri soydum yıkadım
Domatesleri salatalıkları
Soydum yıkadım
Muska böreği sardım kaldırdım
Bira kasalarını, boş şişeleri
Dükkanın önüne çıkardım
Camları sildim, ortalığı süpürdüm
Sonra bir iskemleye oturdum
Orda yüz binlerce cinayeti ben
Ve intiharı
Bir mutluluk gibi dışımda duydum.
Evet, gelirdi
Ruhi Bey mi dediniz, evet, gelirdi.
PATRON MASAYA GELİR

Ben patronum, şöyle böyle bir adamım
Bırakın konuşayım
Bir bira içeyim konuşayım
Kim ne derse desin kadınlara düşkünüm
Ne yapayım öyleyim
Kadın dendi mi sanki ben
Vişneli bir dondurmayı durmaksızın yalarım.
Ruhi Beyi pek tanımam
Yok, hayır, belki de iyi tanırım
Neden derseniz ben herkesi iyi tanırım
İşsizim, dülgerim, boyacıyım
Herkesle bir olurum
Kişiliksiz kalırım.
Günün herhangi bir saatinde çıkar gelir
Nasılsınız Ruhi Bey, derim
O her zamanki gibi: iyiyim, iyiyim!
Şu köşedeki masa onundur
Başkası oturmuyorsa gider oturur
Şaraptan başka bir şey içmez
Bazen şarapla birayı karıştırır
Doğrusu sarhoşken hiç görmedim
Tersine çok incedir, derim ki biraz da soyludur
Nedense bulutlanır gözleri arada
O zaman kimseyi görmez
Uzaklara bakar yalnızca
Benimle konuşurken, gazetesini okurken
Ruhi Bey uzaklara bakar
Sanırsınız ki işte çok uzaklarda bir Ruhi Bey daha var
Bana öyle gelir ki durmadan geri çağırır onu
Ama durmadan
Ve alır karşısına - neden bilinmez -
Suçlu bir çocuktur da sanki o, gizli gizli azarlar.
Parası varsa verir
Yoksa hiç bir şey söylemeden çekip gider
Sonra bir cep saati vardır, arada çıkarıp bakar
Ama bilirim saatle filan işi yoktur
Zaten zamanla işi yoktur ki Ruhi Beyin
Hep aynı elbiseyi giyer
Yazın ceketini çıkarır
Kravatı ip gibidir, incedir
Ayaklarına hiç bakmadım
O kadar ilginçtir ki yüzü, ayakları bilmem var mıdır.
Bu meyhaneyi yirmi yıldır işletirim
Doğrusu Ruhi Bey gibisini hiç görmedim
Mısırçarşısı’nda baharatçı dükkanları vardır, bilirsiniz
Ruhi Beyi ben o dükkanlara benzetirim
Binlerce şeydir çünkü Ruhi Bey
Nanedir, ada çayıdır, zencefildir
Bu çevrede herkes onu tanır
Bana sorarsanız tanımaz
Şöyle ki, bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar
Şarabıyla batar, uykusuzluğuyla batar
Gülmesi hüznüne
Konuşması susmasına batar.
Çok oturmaz, usulca kalkıp gider
Sıkılır da mı gider, pek anlamam
Anladığım bir şey varsa
Şu bardağı görüyorsunuz ya
Bardağa birayı boşalttığım gibi gider
Gitmeden önce biraz silikleşir
Sonra büsbütün solar
Gerçekte
Dört mevsimin karışımı gibidir Ruhi Bey.
Size bir olay anlatayım, çok kısa
Bir kış günüydü, kar yağıyordu
Gök sapından boşalmış papatya yaprakları gibi duruyordu
Kapıda Ruhi Beyi gördüm
Gözleri kıpkırmızıydı
Çiğnenmemiş karın üstünde
İki tek kokina gibi duruyordu gözleri
Beni birine gösteriyordu eliyle
Yanında kimseler yoktu
Birine yakınıyordu benden
Yanında kimseler yoktu
Bir adım daha attı
Eli bir bıçak ucu gibi sipsivriydi, uzundu
Ve nasıl olduysa oldu
Yitirdim bir anda gözden
Hani düş gördüm desem
O zaman sağ bileğim niye kanıyordu.
KÜRK TAMİRCİSİ YORGO VE KÜÇÜK BİR OLAY

Tepebaşı’ndan Pera’ya girerken
Küçük bir alandan geçeceksiniz
Geçmeyin!
Sağda ufak bir dükkan vardır, benimdir
Kapının üstünde KÜRK TAMİRCİSİ YORGO yazılıdır
İyi havalarda kapısı açıktır
İçersi biraz loştur
Loşolsun, ben severim, böylesi daha güzeldir
Ben, karım, bir de anjel
Biz üçümüz kürk kaplarız, kürk dikeriz
Anjel elimzide büyümüştür, iyi kızdır
Hemen hemen hiç konuşmayız - içersi biraz loştur -
Yoktur ki ne konuşsak yıllarca konuşmuşuz.
Ama baksak ki birbirimize arada
- Yorulunca işten bakarız da -
Sanki herkes yeni bir haber getirmiş gibidir
Öyledir öyledir
Yüzlerimiz ona göre kesilmiş
Ona göre biçilmiştir
Çünkü insan yalnızken katettiği yollardan
Ne zaman geri dönse yeni bir haber getirir
- Doğrusu kentlerden kentlere mektuplar da böyle sessiz gider -
Ve dışardan biri geçse gözlerimiz ona dikilir
Çok görmüşümdür iş hanlarındaki terziler
Kapıları açık terziler de böyledir
Biri merdivenleri çıkmayagörsün
O çıraklar kalfalar yok mu
Dişlerinde iğneler, iplikler
Başlarını kaldırıp
Hepsi birden göz kulak kesilirler.
Her neyse
Biz karı koca masada çalışırız
Anjel yerde çalışır
Nedense hoşlanır bundan, yerde çalışır
Biraz da açık saçık giyinir - söylerim, dinlemez -
Kürkleri bacaklarının arasına sıkıştırır
Kızarsa donunu filan gösterir - söylerim, dinlemez -
Yeni evlidir, kocası burada yoktur.
Ruhi Bey derler bir adam vardır
Ne bileyim işte, böyle bir adam vardır
Cin gibidir, nereden geldiği bilinmez
Dükkanın önünde durur
Tam şurada dikilir
Git dersin gitmez
Bu kez de Anjel’e dönerim
Anjel, derim, bak kızım Anjel
- Söylerim, dinlemez -
Yeni evlisin, kocan ne der
- Hiçbir şey demez!
Yeğeni vardır bir de Anjel’in
Şu karşıki dükkanda çalışır
On altı yaşlarında, çocuk
Bir gün yakaladığı gibi Ruhi Beyi
Tuttuğu gibi yakasından
Gerisini sormayın daha iyi
- Çünkü ben böyle şeyleri pek sevmem -
Hep birden karakolluk olduk
Bu olaydan tanırım işte Ruhi Beyi.
Gene mi
Evet, geliyor
Seyrek de olsa geliyor
Bakıyor bakıyor bakıyor yalnız
Anjel desen öyle
Bacaklarını dikmiş oturur
Aldırdığı bile yok
Ruhi Bey de artık fazla kalmıyor.
RUHİ BEY ANLATIYOR:
BİR DÜĞÜN GÜNÜ VE SONRASI

Kısacık bir gündü, bir iki dakikalık bir gündü
Çocukların günü gibi bir gündü
Kahverengi fotoğrafları vardı, bulanıktı
Hiçbir şey açık seçik görünmüyordu
Kocaman bir bahçe olmalıydı, orda burda
Tavuskuşları olmalıydı, herbiri
Öyle bir başına hiç kımıldamadan duruyordu
Saniyeler sümbüller gibiydi
Saniyeler sümbüller gibiydi dokunsam iki parmağım arasında akıyordu
Kısacık bir gündü.
Bir kişi bile yoktu
Hayrünnisa ile ben vardım
Seylan taşları ile işlenmiş bir iğne vardı
Yansıyan kırmızılık taranıyordu güneşte
Kan gibi parlıyordu
Şöyle böyle hatırlıyorum
Beni ölüme uğurlayan bir düğün günü
Babamı hatırlıyorum
Babamın ölümünü
Kırbacıyla birlikte bir çam ağacına gömülü
Annemsa odasında babamın
Hasta yatağında
Kımıldamadan yatıyor
Pencerede sapsarı bir limon görüntüsü
Duvarda rengarenk bir kırbaç koleksiyonu
Hatırlıyorum
Dişleri vardı Hayrünnisa’nın
Hatırlıyorum
Bir şeyler vardı, ortasından kesilir gibiydi
Dişleri bembeyazdı
Kesilen her şey bembeyazdı
O dişleriyle vardı, ben yoktum
Seylan taşlı iğnenin altındaydım, ben yoktum
Hayrünnisa vardı, ben yoktum
Üç gün üç gece geçti, ben yoktum
On gün daha geçti,sonra ben günleri unuttum
Bir kuşluk vaktini iyi hatırlıyorum
İçerenköy’deki tozlu bir yolu
Postacıyı
Terziyi
Oyanmış limonluğu
Çiçek satan adamı
Bir otobüs durağını iyice hatırlıyorum
O yoktu.
Ve bir sabah ben vardım
Koskoca bir konağı bir başıma soydum
Yer halılarını çıkardım, kalın kadife perdeleri
Maun konsolu, Çin porselenlerini, gümüş takımlarını
Hatırlıyorum
Mineli pandantifleri çıkardım, altın zincirleri, pırlanta yüzükleri
Büyük kristal avizeleri, sedefli koltukları
Bursa çatmalarını, Beykoz koleksiyonlarını, minyatürleri
Hepsini, hepsini bir bir çıkardım
Tutkuyla çıkardım, şehvetle çıkardım
Öfkeyle
Kanını akıtaraktan konağın
Hatırlıyorum
Konakta o gece konakla kaldım.
BİR GENELEV KADINI VE…

Girdi
Sırtında eski bir ceket vardı
Bir yerlerden sızmıştı sanki, gün ışığı gibiydi
Sarışındı
Önce bir süre kapının önünde durdu durdu
Gölgelendi, inceldi, beni gördü
Pek önemsemedim
Baktı, hiç konuşmadı
Oysa bir İsa tasviri gibi uçumluydu, güzeldi
Yer gösterdim, oturmadı
Bir sigara yaktım, ona da verdim
Aldı
Sigarasını ben yaktım
Kısa bir gülümseme yürüdü dudaklarından
Benim dudaklarıma da geçti
Çocuklar gibi kızardım
Öteki kızlar gülüştüler
Ben kendimi sevdim, güvendim
Saçlarımı düzelttim, göğsümü biraz kapadım
Bana elini uzattı, ellerimiz birbirine değdi
Sıcaktı, inceydi, kıskanırım anlatmaya bu eli
Ağır ağır odama çıktık.
Girdi
Açık pencereyi kapadım
Perdeyi çektim
Arkamı döndüm, yavaş yavaş soyundum
Bileğimdeki saati çıkardım
Sigaramı söndürdüm
Tam o zaman..
Zaman da değildi belki
Önce korkunç bir gözyaşı seli
Sonra alabildiğine bir kayalık
Kayaların üstünde bir kertenkele
Ardından bir ormanın uğultusu
Binlerce kanat sesi
Sağ elinde bir bıçak
Yok, hayır, bıçak da değildi
Vuran, ezen, öldüren bir el
Ve eller
Ve dişler
Kendimden geçtim.
Bir daha gelmedi, hayır, bir daha hiç gelmedi
Ama onunla ben
Ne zaman istedimse o zaman yattım.
RUHİ BEY VE LİMONLUKTAKİ YANGIN

Niye lmalı öyleyse
Aşk mutlu bir sürgünlükse.
Üvey annemdi benim, ben sarışındım
On altı yaşındaydım, sarışındım
Bulanık çıkmış fotoğraflar gibiydim, görünümsüz
Yalnızdım, karışıktım
Beni tanıyan kimseler yoktu
Hiç yoktu
İçime kapanıktım
Büyük ağaçların altında
Havuzun kırık taşları arasında
Bilmezdim mutluluk nedir
Bilemezdim
Alıp başımı gitmek isterdim
İsterdim ama, kalırdım
Sanki kar yağışlarının ardından
Uzun süren kar yağışlarının ardından
Sevimsiz bir lunaparkta
Kimsesiz bir atlıkarıncaydım.
Bir limonluğumuz vardı, öğle saatlerinde
Bazen o limonlukta uyurdum
Karışık düşler görürdüm
Yalnızlık?
O bir başına kalırdı, ben bir başıma kalırdım
Sanki hiç tüketilmeyen bir otobüs durağı
Gibi kalırdım
Bir gün
İçeri girdi, uyanıktım
Yarı uzanmıştım, uyanıktım
Bir üşümüşlüğü tutuyordum yüzümde, uyanıktım
Dudakları aralıktı, ben uyanıktım
Öyle bir süre durdu, baktı
O baktı ben de baktım
Yanıma usulca uzandı
Uzandığını görmedim, ama uzandı
Dağıldı, uçuştu, bir gülüş gibi uzandı
Önce şaşırdım
Önce hiç kımıldamadım
- Yalnızlık biraz azaldı -
Saçlarımı sevdi, hiç kımıldamadım
Bir biçim değildim sanki, bir nesne, bir şey değildim
Biraz utandım
Sokuldu bana iyice, bana sarıldı
Dudaklarımı aldı, dudaklarımı taşırdı
Köpüren sütler gibi taşırdı
Köpükler içinde kaldım
- Mevsim her zamanki gibi yazdı -
Birden beyaz bacaklarını gördüm
Sonra her şeyi gördüm
O her şeyi ben ilk defa gördüm
Ses çıkarmadım
Ses çıkarmadım, köpüren sütler gibiydik
Beni yeniden öptü, üstüne çekti beni
Köpüren sütler gibiydik
Limonlar beyazlandı
Bir limondan başka bir limona geçtik
Bir limondan başka bir limona geçtim
Gözlerim süt gibiydi, sayısız gözlerim vardı
İlk defa vardı
Upuzun sürdü, kısacık sürdü
Beni bıraktı
Ayağa kalktı, saçlarını düzeltti
Süt dindi
Ama ben kaldım
Çoraklar, çöller, tuzlu denizler gibi kaldım
O gözlerini dikti bana
- Ben suyun yanması gibi tuzda -
Anlamsız, uzun
Gizli, korunaklı
Yüzüyle itermiş gibi ilk defa gördüğü bir yaratığı
Yıllarca, ama yıllarca
Baktı baktı baktı.
Kimseye bir şey söylemedim
Ama bir daha gelmedi
Ne sevgi, ne nefret, ne önceleri bir şey duymadım
Sadece gelsin istedim
Uyanık bekledim
Gelsin istedim
Ama bir daha gelmedi.
Anladım neden sonra
Anladım kötülük olsun diye geldiğini limonluğa
O bembeyaz dişleriyle yoktu, ben vardım
Üç gündüz daha geçti, ben vardım
On gün daha geçti, sonra ben günleri unuttum
- Unutmak! ben büyüdükçe o benim çocukluğum -
O yoktu
Beni uyardı, beni yalnız bıraktı, anladım
Çocukken vururdu, kanatırdı, ezerdi
Bu kez de
Anladım severekten
Okşayaraktan yapmak istedi aynı şeyi.
Üvey annemdi, ben sarışındım
O da sarışındı
Beni uyardı, beni yalnız bıraktı
(Açık saçık giyinirdi, pek anlamazdım
Dudaklarını ıslak tutardı, pek anlamazdım
Şehvetle aralardı, bembeyaz dişlerini görürdüm
Bembeyaz dişlerini görürdüm
Bembeyaz
Kalçalarını okşayaraktan tutardı.)
O günden sonradır ki iyi tanıdım ben kanı.
Bir gece uykudaydı bütün konak
Gizlice bahçeye çıktım
Yaralı bir hayvan gibi sürünerekten
Sokuldum limonluğa usul usul
Döktüm bir şişe gazı ve limonluğu yaktım.
KISA BİR NOT:
KONAKTA SON GÜN VE..

Ve yıllarca sonra kadının ölüsünü
Bir bulantı cenazesi gibi kaldırdılar içimden.
O gece konağın bütün lambalarını yaktım
Elimde bir içki şişesiyle ben
Sanki bir insan şehrayini vardı da, ben
Gecesiz bir sarışındım
Gecesiz bir sarışındım ve işte
Bütün kapıları açtım kapadım
Kırdım parçaladım elime ne geçtiyse
Biblolar mı olur, yağlıboya tablolar mı, kristal takımlar mı
Elime ne geçtiyse
Açtım pencereleri dışarı attım.
Durmadan atıyordum, eşyalar bitmiyordu ki hiç
Eşyalar bitmedikçe öfkeyle içiyordum
Ve kinle
İniltiler duyuyordum aşağıdan yukarıdan
Ve bağrışmalar
Ve çığlıklar duyuyordum bir de
Tanıdığım artık ve bildiğim iyice
Acayip hayvan seslerine benzeyen
- Konak ki bir şimşekti de, elle düzeltilmişti sanki bir yağmur öncesinde -
Uşaklar evlatlıklar birbirine giriyordu
Birbirlerinden çıkıyordular
Aralarına karıştım
Boşaldım boşaldım boşaldım
Ve bilirdim, biliyordum, süresiz bir sarışındım
Başkalarını da çağırdım daha sonra
Ve karşıladım.
Oramlakarşıladım, en çok oramla
Kapıda karşıladım, düşümde karşıladım
Bir sürü adamlar geldi,o bir sürü adamla bir sürü kadınlar
Nerde kim varsa işte bir bir geliyordular
Mutsuzlar, umutsuzlar, uyumsuzlar
Ellerinde paketlerle geliyordular - neler yoktu ki -
İçkiler, çiçekler, pastalar
Küçük küçük paketler, büyük büyük kutular.
(Ah, ne de çok şeyleri vardır da, nasıl
Hep böyle yerinde harcar bu kentsoylular.)
Giysiler giysiler gene giysiler
Fiyonklar, boncuklar, payetler
Değerli - değersiz, sahici - yalancı
Türlü türlü iğneler, yüzükler ve kolyeler
Önce hep nasılsınızlar, lütfenler, oturmaz mısınızlar
Denenmiş iç geçirmeler, gizliden bakışmalar
Ve yaldızlı cümleler
Bu pazar ne yaptınız? Hangi pavyonda? Sahi mi?
İğreti kahkahalar, ucuzundan gülmeler
Bacak bacak üstüne atmalar, yerlere uzanmalar
Sigaralar içkiler
Sonra gene içkiler, hiç bitmeyen içkiler
Ve dudaklar ve gözler, ince uzun boyunlar
Memeler, kalçalar, kıçlar, falluslar
Ve yavaştan seviciler, ibneler
Poz kesen jigololar.
(Nasıl da vaktini bilirler her şeyin
Ve vaktinde girişirler herşeye bu kent soylular.)
Sabaha karşı duruldu her şey
Gidenler, gelenler, yeniden gidip gelenler
Duruldu konak
Denizanaları gibi açıldı kapandı
Sızanlar mı dersiniz, uyuyup kalanlar mı
- Elle düzeltilmiş bir yağmur sonrası mı acaba -
Bir ara yağma edildiydibütün kamçılar
Ne kalmışsa kırıp dökmediğim
Fırlatıp atmadığım
Yağma edildiydi gümüş şamdanlar
Saatler, konsollar, sehpalar
Perdeler, avizeler, halılar.
(Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz
Görseniz nasıl ince
Nasıl da kibardırlar bu kentsoylular.)
Kanadı kanadı kanadı o gece bütün konak
Görkemli bir Kadın kaburgasını andıran konak
Bahçede acı acı bağıran tavuskuşları.
(Kim ne derse desin iyi bilirler kovulmayı da
Azıcık sırıtırlar, azıcık da şakaya filan alırlar
Ve usuldan ve bozmadan hiç durumlarını
Çıkarlar kırıtaraktan dışarı
Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.)
Yaktım konağı da o gece
Bir daha, bir daha yaktım
Yüzlerce, yüzbinlerce yaktım hiç usanmadan
Aklımda bunlar kaldı sadece.
Soluksuz sessiz
Gölgesiz devinimsiz
Bir Ruhi Bey olarak Ruhi Beysiz
Kentin içine kadar sokuldum.
Ağzımın içi zehir gibiydi
Tuttum bir sigarayaktım
Kravatımı düzelttim
Ayakkabılarımı sildim
Ve sordum:
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Sahi siz nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim iyiyim.

BİR OTEL KATİBİ

Anlamadığım şu
Ben neden bir otel katibiyim
Eskiyim, renksizim, kimsesizim
Yontulmuş kalemlerden, sosisli sandviçlerden iğrenirim
Papazlardan, homoseksüellerden iğrenirim
Kız kurularından ve saldırgan dullardan
Ve yaşlı adamların sararmış dudaklarından
Ve deli saraylılardan, onların aybaşı kokularından
Kendimden kendimden
Ve nedendir ki ben
Sararmış bir sürahide kirli bir su gibi bekletirim.
Günlerden ne? Pazartesi! İyi bilirim
Ama gün nedir bilmem
Çiylerle çiçeklerle çamlarla doldurulmuş gün
Göğsü bir martı göğsü gibi denizlere değen
Parklarda bahçelerde göz dolduran gün
Bir çocuğun gözlerinden gözyaşı içen
Sesini bir ayin gibi uzaklardan duyduğum
Gün nedir.
Kokular vardı ayrı ayrı, ben unutmuşum
Hepsi şimdi bir otelin kokusu
Kullanılmış çamaşırların ve bavulların kokusu
Ve telefonların ve kapısı açık helaların
Ve hasta soluklarının, tozlu yer halılarının
Sabahlara kadar yanan ampullerin kızgın
Birbirine karışmış, değişmeyen kokusu.
Ruhunda kasvetin suyunu buldu
Kimdir
Olsa olsa bir otel katibidir
Bir otel katibi her yerde bir otel katibidir
Gözlüklü ve tedirgindir
Hiç yıkanmamış gibidir, parmakları sarıdır
Ön dişleri çürüktür, avuçları terlidir
Yıllar var ki bir kumaş düşler kendine
Ve bu yüzden olacak sanki biraz terzidir.
Sorarım - ki otel katipleri sorar - bir terlik nedir
Terliğin yenisi yoktur
Geçmişi yoktur, geleceği yoktur
Yeri ve kimliği zaten yoktur
Bir terlik bir terliktir o kadar.
Bilirim kötünün kötüsü bir oteldir burası
Odalarında hamam böcekleri, sinekler
Pis yataklar, lekeler, sararmış çatlak lavabolar
Peki bir insan nedir
Sorarım - ki otel katipleri sorar -
Bir gün gittikçe ufalıyordum
Düş müydü, gerçek miydi, iyi bilemem
Oturmuş bir küvete kuruyup kayboluyordum.
Şarkıcılar, sokak çalgıcıları gelir en çok
Sokak kadınları, serseriler
Evet, ara sıra Ruhi Bey de gelir
Kan renginde gelir, yolunu şaşırmış bir böcek gibi gelir
Sapından eğilmiş bir gelinciğin öğle uykusu gibi
Çocuksu hafif
Tam bizim otelliktir
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla
Sabah olunca erkenden kalkar
Ve kalkar kalkmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de
Pek anlayamam
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar
At yarışı listeleri
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini
- Otel her zaman loştur -
Bakar bakar bakar.
Nemli bir havlunun yere bırakılışı gibi
Çöker bir iskemleye sonra
- Çoğu zaman böyle yapar -
Sokağa bakar aralıksız
Öyle bakar ki, sokakta bir şeyler olmuş sanırsınız
Sanki bir cinayet işlenmiş, biri parasını çarptırmış
Ya da terkedilmiş bir kadın yakalamış kocasını
Bağırıp çağırıyordur gebe karnını göstererek
Nerdeyse
Hani nerdeyse polisler gelecek
Nerdeyse
Hani nerdeyse polisler gelecek
- Gerçi her türlü olaya tanığızdır bu sokakta -
Oysa işte Ruhi Bey
Görerek bakmıyordur ki bir şeyler anlasanız
İçer bardağındaki son yudumu da
Topundan boşalan bir kurdele gibi
Sarı bir kurdele gibi
Çekip gider az sonra.
BİR OLAY: RUHİ BEY VE GÜLCÜNÜN ÖLÜMÜ

Bir kara parçası sanır insan
Düştü mü başı derde
Kendini açık denizlerde.
Şimdi bir kıyı bile değil
Bir ufuk çizgisi bile değil
Yalnızca ölü
Sabaha doğru yağan karın altında
Kıvrılmış kalmış
Besbelli tutunmak istemiş boşluğa
Kolları havada
Sıkmış avuçlarıyla bir demet gülü
Yayılmış gövdesine bir gülümseme
Ve çevresine
Taş binalara, karanlık pencerelere
Kefeni kardan ve gülden.
Polis arabası kapıya geldiği zaman
Giyimevlerini, mezecileri, postaneyi geçerek geldiği zaman
Arka sokaklardaki birkaç kiliseyi
Cenaze levazımatçılarını ve
Bin dokuz yüz yirmi sekiz modasına göre giyinmiş bir kadının bir anlık ölüsünü
Geçerek geldiği zaman
Bir kamyon et boşaltıyorken bir kasap dükkanının önünde, tam o zaman
Yüzü sabunlu bir otel müşterisinin elinde traş makinesiyle
Pencereden sarktığı zaman.
Polis arabasını görmeden önce
Her yanı aynalarla çevrili bir meyhanedeydim
Sırçaları dökülmüş aynalarla
Parça parça görüyordum kendimi
Dışarda kar vardı, kirli kar
Isınmak için konyak içiyordum
- Isınmak için mi dedim, tuhaf -
Dışarda kar vardı
Saat dokuzu on geçiyordu, Balıkpazarı’nın her günkü sabahı
Yıllardır hep aynı sabah
İri bir kayabalığının içbükey karnı
Ve binlerce, on binlerce kedinin hep birden
Kente hiç uymayan bir yaratık gibi kımıldandığı
O sabah.
Polis arabası kapıya geldiği zaman
Aynalıpasaj’ın düğmecileri, gömlekçileri
Yüzükçüleri, bilezikçileri, tuhafiyecileri
Dükkanlarını açık unuttukları zaman
Ve dükkanların üstündeki heykelciklerin
Bir yas törenine hazırlanır gibi
Anlatımlarını değiştirdikleri zaman
Balıkçıların balıkların karşısında en iyi durdukları zaman
Ayakta çay içtikleri zaman
Mermer masaların altından yorgun gövdeleriyle
Çıktıkları zaman serserilerin
Ve Pasaj temizlenmeye ve karlar kürenmeye başladığı zaman
Masmavi iki yengeç gibi bakmaya başladığı zaman gözleri garson Vasil’in
Tam o zaman.
Polis arabası kapıya geldiği zaman
Üç kişi siyah bir otomobilden indiler
Üçü de sivildi, ellerinde çantaları vardı
Ben meyhanenin penceresindeyim
İçerde ve kar içindeydim
Bir demet gül içindeydim
Güle gömülüydüm
Kana.
Polis arabası gittiği zaman
Demir kapının yanında ölü
Gökyüzünü dönemecinin altında
Ve yerde bırakmamak ister gibi sözünü
Elinde bir demet gülle
"Gül, gül!" diye acı bir bağırtıyı uzattığı güllerle
Ipıslak saçlarıyla buzdan yatağına uzanmış.
(O zaman ıhlamur ağaçları kardan görünmezdi. Gözlerim azalırdı,
gizlenirdim. Babam koyu kahverengi çizmeleriyle karları ezer ezer
ezerdi çakıltaşlarının ayaklarının altında oynaştıklarını duyuncaya
kadar. Annem çatı katının yanındaki sivri kuleden gözlerini ayırmazdı,
yeter ki gök kanasındı beyaz beyaz ve kocaman bir alabalığın karnı.
Uşaklar bir köşeye sinerlerdi, hiç konuşmazlardı, bir kristal sürahi
rüzgardan ürperir titrerdi. İniltiye benzeyen bir ses yayılırdı.
Karanlığa yapışırdım, bir kapı karanlığına, bir duvar karanlığına, bir
yokoluş karanlığına. Ölüm çok uzaklardaydı, o zaman çok uzaklardaydı
ölüm.)
Sordu
Karla kaplı kirli bir cümle
Başında kimler vardı?
Bir, emekli postacı Hüseyin
- Çok adres bildiği için adı pezevenge çıkan -
İki, cenaze kaldırıcısı Adem
- Çıplak kafalı, ön dişleri çürümüş -
Üç, akordeoncu kadın
- Hemen hemen hiç konuşmayan, saçları oksijele sarartılmış, Bizanslı bir
kehribar taciri gibi şişman, yaşlı ve kızoğlankız -
Ve sonra ötekiler
Üç Horan Kilisesinin kapıcısı
Çingene çalgıcılar, bademciler
Lotaryacılar
Bir iki garson
En geride
Çengelli iğne satan bir kız çocuğu.
Ve onu kaldırdılar, ben gördüm
İkinci konyağımı içtim bitirdim
Demir Kapıdan çıkardılar ve gördüm
Morg arabasına koydular
Kapısını ittiler, kapı kapandı
Taraklar, istiridyeler açıldı kapandı
Çiçekler titreştiler
Bir balıkçı balık doğradı ve tarttı
Pencereden çekildim.
Günlerdir ilk olarak güldüm, gülümsedim
Yıllardır ilk olarak
Sanki ilk gözyaşının tarihini buldum, üstünü çizdim.
Ve sordu gene
Ölümle kaplı o kirli cümle:
Siz Ruhi Bey nasılsınız
Ben Ruhi Bey nasılım
Anladım anladım
Ve şimdi iyi biliyorum artık nereye.
CENAZE KALDIRICISI ADEM

Bir ölü nedir ki bir ölüm nedir
Acıyla kirlenmektir, acıya sevinmektir.
Siz bilirsiniz, isterseniz biraz gecikiriz
Gelmesine geliriz, birazcık gecikiriz
Ne kadar gecikirsek o kadar iyiyiz
Ben o kadar iyiyim.
Bir zamanlar hamaldım, çelenk taşırdım
En güzel çiçekleri ben sırtımda taşırdım
Caddelerden geçerdim, büyük vitrinlerin önünden
Serlerden bahçelerden güne damlardım
Renklere karışırdım, kentin ışıklarına
İçinden soyulan bir portakal gibi
Kendi içdenizlerimi öper okşardım
Süslenmiş gibi olurdum
Kokular içinde kalırdım.
Sonra bir gün çağırdılar
Sonra bir gün beni gene çağırdılar
Artık hep çağırdılar, dört kişi olduk
Dört kişi gerekliydi, dört kişi olduk
Ölüleri gördük, ölüler koltuktaydılar
Ölüleri gördük ölüler yatakta
Ölüler giyinik, ölüler çıplak
İşte biz dört kişi buna alıştık
Bizi alıştırdılar.
Omuzlarım kesik kesiktir, nasırlıdır
Her zaman bir ölü vardır omuzlarımda
O kadar ölü vardır ki her yanımda benim
- Ölüler içindeyim! ölüler içindeyim! -
Örneğin bir bardak su içsem bir ölü kayar şuramdan
Su içmeyen bir balık gibi kayar
Ölülere takılmış bir uçurtma gibiyim
Biraz öyleyim.
Ve otel müşterileri, onlar
En inandırıcı ölülerimdir benim
Her biri biri ölümü her gün yeniden yaşar
Camlara yapıştırılmış yüzler gibi
- Unutmak utanmaktır, siz bilirsiniz -
Hüzünsüz, anlatımsız, soğuk
Akşamüstü rengidedirler ve yorgundurlar.
Siz daha iyi bilirsiniz, Hıristiyanları soyarlar
Ölüleri çıplaktır onların
Ne yalan söyleyeyim görünce huylanırım
Yeni ölmüş genç kızlar yeni doğmuş çocuklara benzerler
Görünce huylanırım
Bunu karıma da anlatırım, su dökünürüm
Adım mı, Ademdir, iyi adamımdır.
Karıma anlatırım ya, size de anlatırım
Bir gün bir ölü kaldırdık, Aşkenazlardan
Heni şu Leh Yahudilerinden işte
Gözleri o kadar mavi olan, mavi bir suda yüzer gibi gövdesi
Saçları tütün rengnde
Her neyse, uzatmayalım, bir de baktık ki ölünün arka cebinde
Dolarlar, marklar, sterlinler
Önce paylaşmayı düşündük, yalan söylemeyeyim
Götürüp geri verdik az sonra
Götürüp geri verdik, yüz lira aldık
Hepsi hepsi yüz lira
Bir gün bir ölüye asılı iki torba
Torbalar kalçalara inmiş, askılar omuzlarda
İçleri altın dolu
Ölüyse bir okcakarı, Ermeni
Çoluk çocuğu
Elbette geri verdik altınları da.
Ve genç bir kız ölüsünden ametist bir kolye çıkardım
Doğrusu sakladım onu gizlice
Karımdan bile sakladım, karımdan
Niye mi sakladım, uğurdur diye.
Bir karım, iki çocuğum, dört kişiyiz
Kimseler bizimle konuşmaz
Mahallede kahveye çıkmam, anlarsınız
Giderek alıştım içkiye de
Demin de söyledim ya, iyi adamımdır
Benden kötülük gelmez
İnanır mısınız, bir gün gene bir ölüyü kaldıracağız
Tam kaldıracağız, birden farkına vardım
Adam düpedüz yaşıyor
Oysa raporlar filan tamam
Buzluğa girdi mi o anda işi bitik
Başında mirasçılar yas giysileri içinde
Dedim ya, birsden farkına vardım
Evet, o gün bugündür yaşıyor
Cihangir’de oturur, zengindir
Bir iki kez evine de uğradım
Beni pek sevmez.
Ne de olsa herkes biraz ölüdür
Otel müşterileri en önde gelir
Kendileri soyar kendilerini kendileri giydirir
Büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller
Nedense işte onlar gökyüzüne gömülür.
Bu sabah on birde bitirdim işimi
Gidip uyuyacağım
Belki de
Ya karımla ya da
Bir başka ölüyle yatacağım.
ACABA

Dönelim
Döndürsün bizi
Kalbin akıp giden bulutlara benzeyen sesi
Yağmursuz bir yağmura açılmış kapılardan
Ve akılda kalan bir yokuştan
Ve yalnız çocuklara özgü o sonsuz sinema koltuklarından
Ve çocukluktan
Dönelim
Dönelim mi biz
Gençlikten, oralardan
Mutluluğu bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan
Dönelim mi acıya
Acıya, büyük acıya
Ve soralım mı acaba
Ey büyük yalnızlık! insansan eğer
Bir kaya
Dalgalar yalarken onu
O bakarken kaskatı kalabalıklara
Ah, kalbin bulut bulut akan sesi.
Bütünüyle bir semte benziyor Ruhi Bey
Binlerce, on binlerce kedinin hep birden kımıldadığı
Kedilerden örülmüş birsemte
Ve soğuk bir tuvalde yerini bulamamış renkler gibi
Soğuk ve ayakta tutan çelişkileri
Bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçranan
Her şeyin, ama herşeyin çok dıştan farkedildiği
Eh belki de bir satır fazlalığı ya da bir satır eksikliği
Belki de genç bir şairden ödünç laınan.
Yürüyor mu, yüremeyi mi düşünüyor Ruhi Bey
Düşünmesi daha mı sonra koyuluyor yola
Nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
Yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
Oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi
Boşvermiş de sanki oyunun kurallarına
Üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına
Azıcık vakit kalmış
Ya da vakit var daha. Ama ne çıkar
Gövdenin yazgıya başkaldırması mı
Ruhi Beyin
Başkaldırması mı yoksa
Vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
Vaktinde anlamanın sevinci mi
Ya da biraz geç kalmanın
O gereksiz tedirginliği mi
Hangisi
Ama belli ki sonundayız her şeyin
En sonunda.
DÜŞLÜYOR ÖLÜMÜNÜ RUHİ BEY

Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse.
Ölüsünü bekliyor Ruhi Bey
Bir yanda Ruhi Bey bir yanda ölü
Ve görmemek ister gibi ölüyü
Oturmuş bir iskemleye.
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini.
Getirdiler beni sayrılar evine bir sabah
Asansörle yukarı çıkardılar
Tertemiz bir yatağa yatırdılar - ben böyle istedim böyle oldu -
Oda numaran 283’dü aklımda doğru kaldıysa
Pencereden tepeler görünüyordu, bulutlar ve birtakım kuşlarla devinen tepeler
Yakınımdan geçiyordu bazı kuşlar da
Beyaz bir saat asılıydı duvarda. Duvarın her yerinden
Bembeyaz saatler asılıydı
Ve her şey o kadar beyazdı ki, ayrıntılar
Yılların eklem yerlerini gösteriyordu sanki
Ve bütün eklem yerlerinde koskocaman bir ölü
Ruhi Beyin ölüsü
Hepsi de ur gibi beni
Sarmıştı ur gibi Ruhi Beyi
O gün sigara içtim akşama kadar
- İkinci gün aldılar sigaramı -
Ve saatler biraz sarardı
Sarardı bütün ayrıntılar.
Ve otuz sekizin altına düşmedi ateşim
Yataktan kalkamadım
O gece uyuyamadım sabaha kadar
Koridorlarda ayak sesleri, bağrışmalar
Kapı gıcırtıları ve acayip sesler
Bilmem böylece kaça çıktı beklediğim ölüler.
Üçüncü gün kan şişeleri, tüpler, serumlar
Doktorlar, hastabakıcılar
Aralıksız girip çıkmalar
Gidip gelmeler
Tepelerden pencereye akan kuşlar
Pencereye sıvanan kuşlar
Ve benim mutluluğumun altında
Kararıp yitti bütün ayrıntılar
Bir daha görünmedi
Ve artık hiç görünmeyen
Şişeler, tüpler, serumlar.
Ve o gün ilk defa ölüsünü gördü Ruhi Bey
Soğumuşgövdesini gördü
Donuk gözlerini, durmuş kalbini
Gördü neye benzerse bir ölü.
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Mutlusunuz Ruhi Bey.
Yarın gazetelerde çıkacak ilanlarım
Ruhi Bey öldü
Bu ölüm töreninde mutlaka bulunacağım
Bir daha görmek için ölümü
Çelenkler yığılacak avluya
Ki benim sayısız ölülerime
Yaldızlı yapraklarını kıpırdatarak bakacaklar
Sevgiyle
Ve babam elinde gümüş kırbacıyla
Bir başına bir ölü
Annem bir limon görüntüsünün önünde giyinmiş ölümlüğünü
Ölüler halinde duracak onlar da
Dışımdaki ölüler, içimdeki ölüler
Bir alaşım halinde, donuk güneşin altında
Ve benim mutluluğumun altında
Akıp gidecek bütün kötülükler
Ölümün armaları gibi
Akıp gidecekler en sonunda
Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse.
KORO
(Çiçek sergicisi, meyhane garsonu, meyhane patronu, kürk tamircisi Yorgo,
Hayrünnisa, genelev kadını, otel katibi, cenaze kaldırıcısı Adem, akordeoncu
kadın, emekli postacı, vb.)
Çelenklerimizle geldik, yoktunuz
Ara sokaklarda, pasajlarda aradık, yoktunuz
Meyhanelere baktık, otellere sorduk, yoktunuz
Nerdesiniz, Ruhi Bey?

RUHİ BEY
O kadar bekledim ki, geliyorum
Ölümümü bekledim, geliyorum
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Bekledim geliyorum.
Ben Ruhi Bey, mutlu olan Ruhi Bey
Ölümü gömdüm, geliyorum
Bir sonbahar günüydü, geliyorum
Güneşler buz gibiydi, geliyorum
Ve bütün kötülükler
Ölümün armaları gibiydi
Size anlatırım, geliyorum.
Hepsini, hepsini gömdüm, geliyorum
Havuzun kırık taşlarını - siz bilmezsiniz -
Limonluğu ve kırmızı konağı - siz bilmezsiniz -
Aynalarda kendini seven Ruhi Beyi - siz bilmezsiniz -
Ve bildiğiniz Ruhi Beyi -ya da pek bilmediğiniz -
Gömdüm ben, geliyorum.

KORO
İyi biliriz sizi biz, iyi biliriz
Nerdesiniz Ruhi Bey.

RUHİ BEY
Gömdüm hepsini, geliyorum
Bütün ölülerimi gömdüm, geliyorum.

KORO
Peki ya sonuç, Ruhi Bey, ya sonuç
Biz sizi tanımaz mıyız
Siz ne yaparsınız bundan sonra, biz ne yaparız
Bir bütünün parçalarıyız, bir bütünün parçalarıyız.

RUHİ BEY
Sonuç mu dediniz, ne dediniz, ne dediniz
Sonuç hiç gömülür mü, geliyorum
Ben yalnız ölülerimi gömdüm, geliyorum.

KORO
Doğrusu anlamıyoruz Ruhi Bey
Her insan biraz ölüdür
Biz ki bir bütünün parçalarıyız, biliriz
Her insan biraz ölüdür.

RUHİ BEY
İnsan yaşıyorken özgürdür
Yaklaştım iyice, geliyorum.

KORO
Her insan biraz ölüdür
Biz de biraz ölüyüz.

RUHİ BEY
Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan yaşıyorken özgürdür.
                                         Edip Cansever - Ben Ruhi Bey Nasılım