30 Kasım 2013

aslı erdoğan

Bir kuyuda unutulmuştum. Çoktan ölmüş olmalıydım. Üzerime yığılı taşlardan bir kilise korosu yankılanıyordu. Gökyüzünün gölgesi soluyabileceğim havayı sıvılaştırıyor, günün ilk saatlerini eziyordu. Uzaklarda, bir kadın idam ediliyordu. Güneş doğarken, henüz tam aydınlanmamış gri denize bir kova kan döküldü, peşi sıra sahipsiz, çıplak bir ceset yavaşça suya bırakıldı. Elimdeki bataklık orkidesini sıkarak sarı bir sütte boğuldum.
Bedenini yok etmek ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. Müzikte yok olmak. Korkuyla terlemek, düşünmekten vazgeçmek, bir an bile gözünü ayıramadan, sabit bakışlarla duvarlara bakmak, artık geri gelmeyen bir ezgiyi boş yere beklemek. Bedenini parçalara ayırmaya devam etmek. Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. Acıyı kaslarında, karnında duyumsamak, dünyayı rahminde taşımak. Kırılan tırnaklarla çizmek. Kendi ellerinle konuşmak. Ölmek. Olmak.
Bir ağacın köklerinden başlayıp doğan güneşe doğru bir yolculuk yapmak ve var oluşunun gerçek öyküsünü bir ağaçtan dinlemek.
Çünkü kendimi arıyorum, kendi öykülerimi. Tahta sandalyenin üzerine asılı kementte, iki bin yaşındaki zeytin ağacının boğumlarında, uğursuzluktan korunmak için kulübenin kapısına diri diri çivilenmiş baykuşun son bakışlarında, ormanın derinliklerinden öldürülmek için çıkıp gelen ceylanda, avcıdan kaçan yaralı hayvanda – yarısı parçalanmış gövdesini güçlükle sürükleyen bir tilki. Giderek korkunçlaşan imgelerde, parçalanarak çoğalan tek öyküde. Yaşamın sesinin zayıfladığı öykülerde.

Bu gece göğsünden siyah kan sızan bir kadınım. Daireyi kesen Ay-Kadın.

Tabut çivileriyle mıhlandığım bir yoldayım bu gece. Parçalanarak, kırarak, dağıtarak, yok ederek, küçük hayvancıkların ve midye kabuklarının üzerine basarak yürüyorum; adımlarım vahşi bir ritimde; sadece benim görüntümü yansıtan uzaklardaki bir aynaya doğru. Daha karanlığa ve daha derinlere, bedenin diplerinde saklı ölüme doğru. Bir ormanın kalbine yaklaşır gibi sessizlik artıyor, artıyor. Eski bir yolculuğun izlerinde kayboluyorum.Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.
Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.
Kendinin Medea’sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.
Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar. Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.
İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.
Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında. Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...

29 Kasım 2013

oğuz atay

      korkuyu beklerken / unutulan

Ben tavan arasındayım sevgilim!” diye bağırdı delikten aşağı doğru. “Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.” Son sözlerimi duydu mu? “Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim.” İyi. Durgun bir gün. Bütün hayatım boyunca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık.

“Bir yerini kırarsın karanlıkta.” Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rastgele önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi: Yine mi düşünüyor?

Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korku; fakat yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yer tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini? Ölecekler diye öylesine korkmuştum ki.

Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için Aman Allah’ım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı:
Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerin hiç değişmemiş. Utandı, yine de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda sandık odasında… Saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım.

Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara asamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar! Amacından uzaklaşıyordu.

Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçirmemeliyim bunu. Aceleyle resimleri yere yaydı, el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim ya rabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kdar uzunmuş etekler! Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç Kim bilir hangi filmden? Arakamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha.

Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra… İlk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi! Bir zamanlar evliydim ben de… sonra yine evliydim. İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kdar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce, nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiştim. Sonra ne olmuştu? Sonra… Buradasın ya… bu evde. Demek sonra ghiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: demek ki hiçbir şey.

Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki… Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin… Bununla ne ilgisi var? Fakat ben… ondan kaçarken, nasıl oldu da birden başımı çevirip bu resmi çektirdim. Hep böyle mi durdum resimlerde? Yüksekçe bir yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Onun da yüzü kim bilir nasıldı? Herhalde ben suçluyum, resim çekilirken değil… belki o sırada haklıydım, muhakkak haklıydım. Çok daha önce… çok daha önce…

Bir an önce kitaplara ulaşmak istedi, geriye doğru bu sonsuz yolculuk bitsin istedi. Eski balo ayakkabısını ayağından çıkarmaya çalıştı. Sonra arkası kapalı yumuşak terliklerini bulamadı bir türlü. Sendeleyerek el fenerine doğru yürüdü. İlerdeki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada kitap sandığına benzemeyen karanlık çıkıntılar vardı. Feneri bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda, oturan buir. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu:

Aman Allah’ım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ver resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı ayrılmış, boşlukta. Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme; kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol yine boşlukta kaldı: Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi:? Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sol yerdeydi., bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz!Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma.

Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. İkisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi Bu biraz sözüne kızardı. Onu tavan arasında bırakıp sokağa fırlamıştı. Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyordu; duygunun şiddeti kalmıştı aklında sadece. Sonra ‘onu’ görmüştü sokakta: Bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine, ölmek istemesine rağmen ‘onun’ gözlerindeki ilgiyi, insanı alıp götüren başkalığı fark etmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm onda sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı. ‘Ne kadar dah çok’ olur mu? Deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tutu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi.

Sonra baktı yine; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı yine. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözlerin bu canlılığında bir başkalık var: Her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor yine. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun diye sorardım ona.

Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bunu kavgadan çok önce söylemiştim asma çalışmamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu. Sonra onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde, tavan arasına bir türlü çıkamadığım halde onu düşündüğümü, onsuz yaşayamayacağımı biliyordu. Sonra neden aramadım? Bür türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni se4sler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. Oysa biliyordu: Aramızda, hiçbir yeni varlığın önemi yoktu; konuşmuştuk bütün bunları. Ben de onun inmesini beklemiş olmalıyım. Beni üzmek için inmediğini düşündüm önceleri. Sonra…

Bir türlü olmadı işte. Çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği ‘onun’ bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması. Orada tavan arasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii). Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım. Tavan arasında bu kadar kalacağını da düşünemedim herhalde. Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Başka nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için, onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim, ölmüştüm şimdi. Ayrıca, kaç kere tavan arasına çıkmayı içimden geçirdim. Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğumuza filan bakmazdım.

Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarıda bir gürültü olmuştu galiba, rüzgar bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur? Onun tavan arasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi. Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkamamıştım. Ateş etmişti demek. Yoksa kalbine…

Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü; elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. İçinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı. Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim; belki de dikmediğim bir sökükten yemeye başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı. Neyse iç çamaşırlarından öteye geçememişler.

Derisi olduğu gibi duruyor. Teni çok sıcak sayılmaz ama kalbi yerindedir herhalde. Korkarak göğsünün sol yanına dokundu: İşte orada biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü’yü cümlenin başında söylemeliydim, şimdi kızacak. Evet, her an onun sözlerini düşünerek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. İyi. Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma? Onun unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme? Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz. Başkasına rastladığım için, bu yeni ilişkinin her şeyi unutturduğunu düşünür.Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavan arasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini bile. El fenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sesli bir görünüşü var.

Yalnız ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim. Birlikte hiç resim çektirmemiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense; bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma… Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavan arasına çıktığı güne kadar, bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık, hiç durmadık, hiç tekrarlamadık. Sonra köşemde kaldım günlerce; ne yedim ne düşündüm. Sigara içtim durmadan.

Evi yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı. Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak, ‘ona’ gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa görünüşte sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin.

Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı?

Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu: Işınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı: “Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?” dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu.

“Bir şey mi söyledin canım?”

Elini telaşla kitap sandığına soktu. “Hiç” diye karşılık verdi aceleyle. “Kendi kendime konuşuyordum.”

28 Kasım 2013

jorge luis borges

Zaman, beni oluşturan malzemedir. Beni boydan boya kaplayan bir nehirdir zaman, ama o nehir de ben’im; zaman beni mahveden kaplandır, ama o kaplan da ben’im; beni tüketen ateştir zaman, ama o ateş de ben’im. Ne yazık ki dünya gerçek; ben de ne yazık ki, Borges’im.

27 Kasım 2013

ali şeriati

Gözleri bulut rengindeydi, yok, melekût rengindeydi, atmosfer, kurşuni ilksizlik sabahı rengindeydi, ruh rengindeydi. Haaa! Anladım; gözleri tümüyle ruh rengindeydi, ruh ne renktedir? Ruh mu? Bilmeyecek ne var? Ruh tümden ne renktedir, ne renktedir. Onun gözleri rengindedir. Buğu ne renktedir? Onun gözleri renginde değil midir? Gözleriyle düş kuruyor, gözleriyle düşünüyor gibiydi, gözlerinin bir yerler gördüğünü sanmıyorum.

26 Kasım 2013

gilles deleuze

O halde, bireysel ruhu ve aynı zamanda kollektif ruhu kurtarmak, ama nasıl? Nietzsche, Deccal’i, ünlü Hıristiyanlığa karşı Yasa’sıyla bitiriyordu. Lawrence da Vahiy yorumunu, bir tür manifestoyla bitirir – buna karşılık bir yerde “nasihatler duası” adını verecektir: Sevmeyi bırakmak. Sevgi yargısının karşısına “sevginin asla yenemeyeceği bir kararı” koymak. Artık hiçbir şey veremeyecek, dahası alamayacak, artık hiçbir şey “verilemeyeceğinin” bilindiği noktaya, Harun ya da Ölen Adam noktasına gelmek, zira sorun başka yere, bir akışın akabileceği, ayrılabileceği ya da bitişebileceği kıyılar inşa etmeye kaymıştır. Artık sevmemek, artık kendini vermemek, artık almamak. Bu şekilde kendinin bireysel payını kurtarmak. Zira sevgi bireysel pay değildir, bireysel ruh değildir: Daha ziyade bireysel ruhtan bir Ben yapandır. Oysa bir ben, verilecek ya da alınacak, sevmek ya da sevilmek isteyen bir şeydir, bir alegori, bir imge, bir Öznedir, gerçek bir bağıntı değildir. Ben, bir bağıntı değil, bir yansımadır, bir özneyi meydana getiren küçük ışıltı, gözdeki zafer ışıltısıdır (“küçük kirli sır”, der kimi zaman Lawrence). Güneşe hayran Lawrence, bir bağıntı yaratmaya yeten şeyin, güneşin otun üstündeki huzmesi olmadığını söyler yine de. Bundan bir resim ve müzik görüşü çıkarır. Bireysel olan, ben değil, bağıntıdır, ruhtur. Ben, dünyayla özdeşleşme eğilimindedir, ama bu şimdiden ölümdür, oysa ruh, canlı “sempati” ve “antipati”lerinin arasına bir ip gerer. Kendini, kendi dışında kendinde, başka akışlarla bağlantılı olarak, bir akış, bir akışlar bütünü gibi yaşamak için, kendini bir ben olarak düşünmeyi bırakmak. Ve seyreklik bile bir akıştır, tükenme bile, ölüm bile akış haline gelebilir. Cinsel ile simgesel, aslında aynıdır, asla başka anlama gelmemişlerdir: Kuvvetlerin ya da akışların yaşamı. Benin içinde, İsa’da bir alçalış ve Budizmde bir varış yeri bulan bir yok olma eğilimi vardır: Lawrence’ın (ya da Nietzsche’nin) Doğu karşısındaki kuşkusu bundan kaynaklanmaktadır. Akışların yaşamı olarak ruh, yaşama-isteği, mücadele ve kavgadır. Mücadele ve kavga olan, akışların yalnızca ayrıklığı değil, aynı zamanda bitişikliğidir, bir kenetlenmedir. Her uyum kakışır. Savaşın karşıtı: Savaş, benin katılımını gerektiren genel yok oluştur, ama kavga savaşı reddeder, o ruhun fethedilmesidir. Ruh, savaş isteyenleri reddeder, çünkü onlar, savaşı mücadeleden ayırt edemez, ama mücadeleyi yadsıyanları da reddeder, çünkü bunlar da mücadeleyi savaştan ayırt edemez: Militan Hıristiyanlık ve barışçı İsa. Ruhun başkasına devredilmeyen payı, bir ben olmayı bıraktığımızda ortaya çıkar: Bu son derece akışkan, titrek, mücadeleci payı ele geçirmek gerekir.

25 Kasım 2013

edip cansever

Kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi hiçbirimiz bilemeyiz



 Neden aklıma geliyor istasyon büfesindeki duruşun
Hava soğudu -kasımın son günleri-
Kar yağacak, bembeyaz olacak unutulmuşluğum. 



Gölgen yok senin, ayak izlerin yok
Neden mi? acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok mutsuzluk yok



Yalnızlık gibi ama yalnızlık değil. Bildiğin, çok iyi bildiğin bir şeyin. Uzağında kalmak duygusu belki

oyuluyorum şu masmavi boşluğa
gölgesiz kıpırtısız
yalnızlık sensin.

konuşuyorum kendi kendime odamda
bir portakal suyu iç, ya da içme, ne yaparsan yap
yalnızlık sensin.

bir giden, bir dönen, sonra yeniden giden
şiire dönüşen bir yalnızlıksa bu da
bir sen varsın, ordasın, kısık sesli yalnızlık
sözgelimi iskenderiye'de bir atlıkarıncada

zaman sensin

ıngeborg bachmann

Beyazlı Günler

Kayın ağaçlarıyla uyanıyorum bugünlerde 
ve buzdan bir aynanın önünde, 
alnıma dökülmüş buğday saçları tarıyorum. 

Soluğumla karışarak
köpürüyor süt.
erken saatte kolay köpürüyor.
Ve nede camı buğulatsam,
yine senin bir çocuk parmağıyla resmedilmiş
adın çıkıyor: Masumiyet.
onca uzun zamanın ardından.

Bugünlerde acı vermiyor
unutabilmem
ve anımsamak zorunda kalmam.

Seviyorum. Beyazbir kor gibi tutuşarak
seviyorum ve teşekkür ediyorum İngiliz selamlarıyla.
Bunu yapmayı uçarken öğrendim.

Bugünlerde martıları düşünüyorum,
onlara bir aşağı,
bir yukarı kanat açarak,
bembeyaz bir ülkeye uçtum.

Ufukta benim efsane kıtamın,
oralarda beni, üstümde
bir kefenle terk etmiş
kıtamın görkemli çöküşünü
algılıyorum.

Ben yaşıyorum,
uzaklardan onun kuğu şarkılarını dinliyorum!

24 Kasım 2013

gustav mahler

söz, gereksiz bir ayrıntıdan başka bir şey değil, konu müzik olduğunda, olmadığında daha çok.

philip glass

31 Ocak 1937 de Baltimore’de doğmuş olup, 6 yaşında keman çalarak başladığı müzikal yaşamında 8 yasına geldiğinde çalgı aleti değişikliği yaparak flüt çalmaya yönelen ve teenager döneminde flüt olayinida sindirip, university of Chicago ya transfer olduktan sonra ives ve webern gibi composerlardan etkilenerek piyanoya yönelmiş ve çalışmalarına başlamıştır.
19 yasında felsefe ve matematik konusunda ihtisasını tamaladıktan sonra tamamen müziğe yönelme kararını alıp julliard schoolda okumak için nyc ye yerleşip, birçok unlu isimle çalışıp, olgunlaşmıştır lakin etkisinde kaldığı composerlarin eserlerini döktürür olmasına karsın kendi tarzını bulamadığını düşündüğü için Paris’e yolculuk yapar ve orada nadia boulanger in egitimi altinda iki sene kadar kendini yetiştirmeye devam eder. Paris’teki yasamı esnasında ravi shankar ile tanışıp film müziklerine yönelir. Bu çalışmaları sırasında Hint müziği teknikleri ilgisini çeker, kuzey Afrika, Hint ve himalaya bölgelerinin müziklerini yalayıp yuttuktan sonra nyc ye geri döner ve doğu tekniklerini kullanarak kendi müziğini icra etmeye baslar. Birçok filmin müziklerini yapar ve dehası ile layigini bularak müzik tarihinde en önemli yerlerden birine kurulur. yaptigi film müziklerinin hepsini yazmak o kadar uzun zaman ve çok yer alır ki sadece unlu örneklerini vermek gerekirse; dracula, kundun, candyman i sayabiliriz. Doğru biliyorsam eğer yeni çıkarttığı, gotik tema işlediği skoru the music of candyman ile 48inci albümünü yapmış oldu. kendisini 2000 yilinin yaz aylarında akm de izleme fırsatını bulanlar oldu
david bowie , trent reznor ve richard d. james a.k.a. aphex twin tarafindan parçaları remixlendi . yazarin tavsiyeleri arasında; özellikle ilk dinleyecek olanlar için heroes.

kısaca sound of minimal music in yaraticilarindan , elektronik muzigin ve bircok büyük muzisyenin ilham kaynagi , tarihin en onemli muzik adamlarinin bas sirada olanlarindan diyebiliriz
&*[1975] music in twelve parts
*[1977] north star
*[1979] einstein on the beach
*[1982] koyaanisqatsi ( life out of balance )
*[1983] the photographer
*[1985] mishima
*[1985] satyagraha
*[1986] songs from liquid days
*[1988] powaqqatsi ( life in transformation )
*[1989] solo piano
*[1989] songs from the trilogy
*[1990] pasages ( ravi shankar-p.glass )
*[1993] glassworks
*[1993] hydrogen jukebox
*[1993] low symphony
*[1994] music with changing parts
*[2002] descent into the maelstrom
*[2002] qatsi trilogy - 3 - naqoyqatsi ( life as war )





koyaanıskaqsi


max richter


                               
ölümün dingin bir şey olduğunu düşünürdüm, hayatın bu kadar dingin olduğunu öğrenene kadar. kaygının estetize hali, hani kulağımıza kocaman bir deniz kabuğunu dayayıp, okyanusu dinlediğimizi sanırız ya, hayatın karmaşası da böyle bir sanma.insan yaralarına sahip çıkmalı değil mi?  hüznüne ve huzuruna.

karanlık ışık
karanlık bir ışık.

müziğin, eğer müziğin yoksa bu adamın tanrıyla bir ilişkisi bir ilişkisi olmalı. bir sonraki notayı tahmin edecek kadar tanıdık, asla bir araya getirilemeyecek kadar bilinmedik.
odamın loşluğu, tam istediğim kıvama erişmesi için onun notalarından başka her şey fazlalık, artık okuyamıyor olmamın tesellisi (philip glass, olefer arnalds yann ...)
 
çünkü mutsuzum.gece hiç bitmese.




ilhan berk

Labirent , labirent olduğunu bilmez (niçin bilsin?).Bir adı vardır.
Kendine döner ( dört duvar olan kendine)

Her adı olan gibi.

23 Kasım 2013

ben tavan arasındayım sevgilim


bu işte bir yalnızlık var





hans pleschinski

-Seninle ilişkim beni boğuyordu.
-İlişkilerin böyle bir yani vardır.
-Benden büyük, hastalıklı bir adama bağlanmıştım. Sen olmasan dünyayı dolaşabilir, hayat dolu, özgür bir maceracı olabilirdim.
-Kim engel oldu sana?

-Çift gözlüğünle bir örümcek gibi ağının ortasında oturuyor, ben fırtınalar, kaçamaklar ve aşklardan sonra yaşadıklarımı anlatmak ve yorumlamak üzere sana dönene kadar bekliyordun. Daima dinlemeye hazır bir halde yanımda olman çok alçakça ve akıllıcaydı volker. Dinleyişin, gücünün bir parçasıydı.

22 Kasım 2013

witold marian gombrowicz

Önerdiğim insan dıştan yaratılmıştır, hiçbir zaman kendi olmayıp insanlar arasında doğan bir biçim tarafından tanımlanmış olduğundan, kendi özünde bile sahtedir. Ebedi ve ezeli oyuncudur kuşkusuz, ama doğal oyuncudur. Çünkü yapaylığı doğuştandır.

insan olmak oyuncu olmak demektir.İnsan olmak insan taklidi yapmaktır,özünde insan olunmadığı halde,bir insan gibi davranmaktır.insanlığı papağan gibi tekrarlamaktır..İnsana maskesini çıkarmasını öğütlemiyorum(bu maskenin ardında bir yüz yok)ondan istenebilecek tek şey durumunda ki yapaylığın bilincine varması ve bunu itiraf etmesidir

marcel proust

Akla verdiğim Önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize İlişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha İyi anlıyorum. Aklın bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür Ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur. İçine gizlendiği nesneyle ya da duyuyla bizim nezdimizde her nesne bir duyudur çünkü hayat boyu karşılaşmayabiliriz pekâlâ. İşte bu yüzden de, hayatımızın bazı saatleri asla dirilmez. İçine gizlendiği nesne küçücüktür, koskoca dünyada kaybolup gider, yolumuza çıkması ihtimali o kadar azdır ki! Hayatımın birçok yaz mevsimini geçirdiğim bir kır evi vardır. Arasıra o yazlan düşünürdüm, ama düşündüğüm onlar değildi. Benim için sonsuza dek ölü kalmaları ihtimali çok yüksekti. Canlanmaları, bütün dirilişler gibi basit bir tesadüfün sonucunda gerçekleşti. Geçen akşam karda donarak eve dönmüş, bir türlü ısınamıyordum; odamda, lambanın ışığında kitap okurken yaşlı ahçım hiç çay içmediğim halde bana bir fincan çay yapmayı teklif etti. Tesadüf eseri çayın yanında birkaç dilim de kızarmış ekmek getirdi. Kızarmış ekmeği çaya hatırdım ve ağzıma götürdüğüm anda, çayın tadı sinmiş ve yumuşamış ekmeği damağımda hissetmemle birlikte altüst oldum; sardunya ve portakal çiçeği kokuları geldi burnuma, müthiş bir ışık duyusuyla, mutlulukla doldum; hareket edersem bu içimde olup biten, anlayamadığım şeyi durdururum korkusuyla hiç kıpırdamıyor, harikalar yaratan o çaya batırılmış ekmek parçasına sarılıyordum sımsıkı; sonra ansızın hafızamın sarsılan duvarları çöktü ve sözünü ettiğim kır evinde geçirdiğim yaz mevsimleri ve sabah vakitleri, kesintisiz bir resmigeçit halindeki mutlu saatleri peşlerinde sürükleyerek bilincime akın etti. O zaman hatırladım: Her sabah giyinir giyinmez büyükbabamın odasına İnerdim; ben yanına gittiğimde az Önce uyanmış, çayını içiyor olurdu. Çaya bir peksimet batırıp bana yedirirdi. O yaz mevsimleri geçtikten sonra, çaya batırılıp yumuşamış peksimet duyusu, ölü saatlerin akıl açısından ölü saatlerin gizlendiği bir sığınak oldu; o kış akşamı karda üşüyüp eve döndüğümde ahçım o çayı, benim bilmediğim bir büyü marifetiyle saatlerin dirilişini gerçekleştiren İksiri teklif etmeseydi, muhtemelen sonsuza dek orada gizli kalacaklar, karşıma hiç çıkmayacaklardı.
Ama peksimeti tadar tatmaz, o âna kadar bulanık ve donuk olan bir bahçenin tamamı, unutulmuş ağaçlı yollarıyla, tek tek her yuvarlak çiçek tarhıyla ve bütün çiçekleriyle küçük çay fincanında şekillendi; tıpkı ancak suya atılınca kendine gelen Japon çiçekleri gibi açıldı. Aynı şekilde, aklın bana iade edemediği, Venedik’te geçirilmiş birçok gün de benim İçin ölüydü; ta ki geçen yıl bir avludan geçerken, kimi yüksek, kimi alçak, parlak taşların arasında birdenbire durduğum âna kadar. Yanımdaki arkadaşlar kaydığımı zannedip kaygılandılar, ama ben yola devam etmelerini, onlara yetişeceğimi işaret ettim; o sırada daha Önemli bir şeyle meşguldüm, henüz bu nesnenin ne olduğunu bilmiyordum, ama benliğimin derinliklerinde, tanıyamadığım bir geçmişin titreştiğini hissediyordum; bu heyecanı döşeme taşına bastığım anda hissetmiştim. Bir mutluluk kaplıyordu içimi; benliğimizin katıksız maddesi olan geçmiş bir izlenimle, sadığını korumuş saf hayatla (saf hayatın zaten ancak korunmuş şeklini tanıyabiliriz, çünkü onu yaşadığımız anda hafızamıza hitap etmez, onu bastıran duyuların arasında kaybolur] zenginleşeceğimi hissediyordum; onun istediği de zaten hapsedildiği yerden kurtulmak, gelip benim şiir ve hayat hazineme katılmaktı. Ama onu kurtaracak gücü kendimde bulamıyordum. Ah! Böyle bir anda aklın bana hiçbir yararı olamazdı. Biri alçak, biri yüksek, parlak döşeme taşlarına tekrar basmak, aynı duruma dönebilmek için geriye doğru birkaç adım attım. San Marco vaftizhanesinin hemzemin olmayan kaygan döşemesinde ayağım aynı duyuyu yaşamıştı. O gün bir gondolün beni beklediği kanalın üzerine vuran gölge, o saatlerin bütün mutluluğu, bütün doluluğu, o duyuyu tanımamın ardından sökün etti ve o günün kendisi benim için tekrar canlandı.
Aklın bu tür dirilişlere faydası olmaması bir yana, geçmişe ait saatler, sadece aklın onları canlandırmak için medet ummadığı nesnelere gizlenirler. Yaşadığınız saatlerle bilinçli bir şekilde il i skileridir meye çabaladığınız nesnelerde kendilerine bir sığınak bulamazlar. Üstelik bir başka şey onları dirilişe de, bu nesneyle yeniden doğduklarında şiirsellikten yoksun olurlar.
Hatırlıyorum da. bir tren yolculuğu sırasında, vagon penceresinden bakarak önümden geçen manzaradan izlenimler edinmeye çalışıyordum. Kırdaki küçük mezarlığın yanından geçerken her şeyi yazıyor, ağaçların üzerindeki ışık şeritlerini, Vadideki Zambak\ hatırlatan yol kenarındaki çiçekleri not ediyordum. Daha sonra, o çizgi çizgi ışıklı ağaçları, kırdaki küçük mezarlığı düşünüp o günü hatırlamaya çalıştım sık sık; günün kendisini kastediyorum, soğuk hayaletini değil. Hiçbir defasında başaramıyor, artık umudumu kaybetmeye başlıyordum ki, geçen gün öğle yemeği yerken, kaşığımı tabağa düşürdüm. Çıkan ses, o gün istasyonlarda makasçıların tren tekerleklerine çekiçle vururken çıkardığı sesin aynısıydı. Aynı anda, o sesi duyduğum günün kızgın, parlak güneşi ve günün tamamı, bütün şiirsel ligiyle hafızamda canlandı, bir tek kasıtlı gözlem amacıyla yakalanmış ve şiirsel diriliş bakımından kaybedilmiş köy mezarlığı, çizgi çizgi ışıklı ağaçlar ve yol kenarındaki Balzac’vari çiçekler hariç.
Bazen de, heyhat, o nesneyle karşılaşırız, kayıp duyu bizi İrkiltir, ama zaman fazlasıyla uzakta kalmıştır, o duyuyu adlandıramaz, ona seslenemeyiz, dirilmesi imkânsızdır. Geçenlerde bir kilerden geçerken, bir cam bölmenin kırık kısmını örten yeşil bez parçası, ansızın durup kendimi dinlememe sebep oldu. Bir yaz güneşi duygusu geliyordu. Neden? Hatırlamaya çalıştım. Bir güneş huzmesinde yaban arıları görüyor, masanın üzerinde duran kirazların kokusunu alıyordum, ama hatır] ay ama d im. Bir an, sanki gece yarısı uykudan uyanmış da nerede olduğumu bilmezmiş, hangi yatakta, hangi evde, dünyanın neresinde, hayatımın hangi yılında olduğumu çıkartamazmış gibi, bulunduğum yerin bilincine varabilmek için bedenimin yönünü anlamaya çalıştım. Bir süre böyle duraksayıp, yeşil bez parçasından yola çıkarak, belli belirsiz uyanan hafızamın odaklanması gereken yerleri, zamanı aradım körü körüne. Hayatımın bütün karışık, bildik ve unutulmuş duyularını birden gözden geçiriyordum; bu durum birkaç saniye sürdü ancak. Sonra artık hiçbir şey görmez oldum, hafızam temelli uykuya dalmıştı.
Arkadaşlarım benim böyle bir gezintinin ortasında, önümüzde uzanan ağaçlı bir yolun başında ya da bir ağaç küme sinin karşısında durup beni biraz yalnız bırakmalarını rica edişime kimbilir kaç kez şahit olmuşlardır! Nafile! Geçmişi kovalarken güç toplamak için önce gözlerimi kapatıp hiçbir şey düşünmez, sonra birdenbire tekrar açarak o ağaçlan ilk seferki gibi görmeye çalışırdım, ama onları daha önce nerede gördüğümü hatırlayanı az d im bir türlü. Biçimlerini tanırdım, yerleşimleri, oluşturdukları desen, gönlümde titreyen, sevdiğim, esrarengiz bir figürün kopyasını andırırdı adeta. Ama daha fazla bir şey bilemezdim; ağaçlarsa, o saf ve tutkulu duru şiarıyla, kendilerini ifade edemedikleri için, benim çözemeyeceğimi anladıkları sırrı bana söyleyemedikleri için ne kadar hayıflandıklarını dile getirirlerdi sanki. Kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpmasına sebep olacak kadar aziz bîr geçmişin bu hayaletleri, tıpkı Aincias’ın Cehennem’de karşılaştığı gölgeler gibi âciz kollarını bana uzatırlardı. Çocukluğumun mutlu günlerindeki kentin etrafında yaptığımız gezintilerde miydi, yoksa daha sonra, annemi rüyamda çok hasta gördüğüm o hayalî dünyada, gece boyunca havanın aydınlık olduğu, göl kenarındaki ormanda, artık bir rüyadan ibaret olan çocukluğumun ülkesi kadar gerçek diyebileceğim rüya ülkesinde mi? Hiçbir zaman bilemeyecektim. Beni yolun köşesinde bekleyen arkadaşlarımın yanına gitmek zorunda kalırdım; bir daha göremeyeceğim bir geçmişe temelli sırt çevirmenin, şefkatli ve âciz kollarını bana uzatarak adeta “Dirilt bizi” diyen ölüleri inkâr etmenin sıkıntısını yaşardım. Arkadaşlarımın arasına, sohbetlerine dönmeden önce son bir kez dönüp karşımda kıvrılan anlamlı ve dilsiz ağaçların uzaklaşan çizgisine bakar ve giderek daha az anlardım.
Benliğimizin mahrem özü olan bu geçmişe kıyasla aklın doğrulan çok daha az gerçektir sanki. Bu yüzden de, özellikle gücümüz azalmaya başladıktan sonra, sanatçının tek başına yaşadığını, gördüğü şeylerin mutlak değerinin onun için önemli olmadığını, değer ölçütlerini ancak kendi içinde bulabileceğini bilmeyen akıllı insanlar bizi anlamasa da, biz o geç misi yeniden bulmamıza yardımcı olabilecek şeylere yöneliriz. Örneğin sanatçıda bazı hatıraları canlandıran ya da onun zihninde belirli türde düşünceleri ve düşleri çağrıştıran, Paris Opera’sındaki muhteşem bir icraat değil de bir taşra tiyatrosunda feci bir müzikal, Saint Germain muhitinin son derece Şık bir gece davetinden ziyade zevk sahibi insanların gülünç bulduğu bir balo olabilir. Bir sonbahar akşamı, temiz havaya yapraklarını dökmüş ağaçların keskin kokusu yayılmışken vagondan indiğini hayal ettiği istasyonların isimlerinin yer aldığı, çocukluğundan beri duymadığı isimlerle dolu bir tren tarifesi, zevk sahibi insanların nazarında tatsız tuzsuz bir kitaptır, ama sanatçı için ulvi felsefe kitaplarından çok başka bir değeri olabilir ve bu yüzden de zevk sahibi insanlar, yetenekli bir insan olduğu düşünülürse, çok aptalca zevkleri olduğunu söylerler.
Hem aklı pek önemsemeyip hem de aşağıdaki sayfalarda, işittiğimiz ya da okuduğumuz beylik yorumlara karşıt olan, aklımızın bize önerdiği bazı yorumları konu etmem garip karşılanabilir. Saatlerimin belki de sayılı olduğu bir anda (zaten bütün insanların durumu aynı değil midir?), entelektüellik taslamak boş bir çaba belki. Öte yandan aklın doğrulan, az Önce sözünü ettiğim duygusal sırlar kadar değerli olmamakla birlikte ayrı bir önem taşırlar. Bir yazar sadece şair değildir. Sanat şaheserlerinin, sıradışı akdların kalıntılarından başka şey olmadığı kusurlu dünyamızda yüzyılımızın en büyük yazarları bile, kendilerinin nadiren boy gösterdiği duygu mücevherlerini zihinsel bir yapı içinde bir araya getirmişlerdir. Böylesine önemli bir konuda çağının en büyüğü sayılan yazarların yanıldığını düşünüyorsak, öyle bir an gelir ki, tembelliğimizden silkinir ve düşündüğümüzü söyleme ihtiyacı duyarız. Sainte Beuve’ün yöntemi ilk bakışta o kadar önemli bir konu olmayabilir. Ama okur bu sayfaları okuduktan sonra, bu yöntemin çok önemli zihinsel sorunlarla, belki de bir sanatçı için en önemli mesele olan, başlangıçta değindiğim aklın yetersizligi sorunuyla ilgili olduğu kanısına varabilir. Aklın yetersizliğini saptamaksa. ne de olsa akla düşer. Çünkü akıl üstünlük tacını hak etmese de takdir sadece onundur. Meziyetler arasında ancak ikinci sırada yer alsa da, ilk sırayı içgüdünün hak ettiğini bir tek akıl takdir edebilir.
M.P.
1
UYKULAR
Hatırasını neden bilmem sabitleştirmek istediğim o sabah, hastalığa artık tutulmuş olduğum döneme aitti; bütün gece uyanık kalıyor, sabah yatıp gündüz uyuyordum. Ama gece saat onda yatağa girip birkaç kısa uyanışın dışında ertesi sabaha kadar uyuduğum dönemin üzerinden henüz çok da zaman geçmemişti; o günlere geri döneceğimi umuyordum, oysa bugün, o dönemi yaşayan bir başkasıymış, gibi geliyor bana. Çoğu kez, daha lambamı söndürür söndürmez, o kadar çabuk uykuya dalardım ki, uykuya dalmak üzere olduğumu düşünmeye vakit bulamazdım. Dolayısıyla yarım saat sonra, artık uyuma vaktinin geldiği düşüncesi beni uyandırırdı; hâlâ elimde tuttuğumu zannettiğim gazeteyi bırakmak ister, “Lâmbayı söndürüp uyumaya çalışsam iyi olacak,” derdim kendi kendime ve etrafımdaki karanlığı görüp şaşırırdım; belki de henüz zihnimi dinlendirdiği kadar gözlerimi dinlendirmemiş….

21 Kasım 2013

neil young...dead man


murathan mungan

"düşlerde yaşıyorsun sen! gerçeklik duygunu yitirmişsin!"

"hayır, düşlerde değil, kıl payında yaşıyorum ben!"
"kendinin her türlü gerekçesini hazırlamışsın. kendi dünyanın bütün terimlerini kurmuşsun. kapılarını kapatmışsın, kimseleri almıyorsun artık. giderek seninle konuşabilmek olanaksız hale geliyor. korkarım ki yakında yalnızca bir sayıklamaya döneceksin."
"hayat diye bize yaşattıkları şey, koskoca bir sayıklama deği mi zaten?" -

apoptozis

Apoptozis veya Apoptoz, (Yunanca: apoptōsis yani "(ayrılarak) düşmek"[1], apo="-den/-dan" ve ptosis="düşmek") programlanmış hücre ölümünün ana tiplerinden biridir. Bu tip vücutta ihtiyaç duyulmayan veya anormalleşmiş hücrelerden kurtulmanın normal yoludur. Akut hücresel zarar sonucu olan hücre ölümü tipi nekrozdan farklı olarak apoptoz belirli bir moleküler işlemler serisinin (sırasının) sonunda hücrenin ölümünü sağlar ve aynı zamanda organizmanın yaşam döngüsü için gerekli ve yararlıdır. Örneğin gelişen bir embriyoda insan parmaklarının farklılaşması parmaklar arasındaki hücrelerin apoptoz başlatması gerekir ki parmaklar birbirinden ayrılabilsin. Nekroz'dan farklı olarak, apoptozis'e uğrayan bir hücre küçülerek ölür.

andre breton

Şüphesiz ki, herhangi bir davaya tüm benliğini adayan bir adam olmak için, içinde çok fazla kuzey barındıran biriyim ben. Bu kuzey, benim gözümde hem doğal granit sularından, hem de sisten yapılmıştır. Güzel olduğunu düşündüğüm bir varlıktan, her şeyi istememe yatkın tutumuma bakarak, sistem denilen soyut yapılanmalara eşit hak tanıdığım sanılmasın. Coşkum sönüyor onların önünde ve aşkın beni kamçıladığı da ortada. Elbette etkilenebilirim, fakat hiçbir zaman benim gibi bir adama bir şeyin ‘doğru’ diye sunulduğu aldanma noktasına gözlerimi kapayacak kadar değil

20 Kasım 2013

susan sontag...susmanın estetiği

Susma sanatçının dünyada kopma yolunda gösterebileceği en uç davranıştır.
Sanatta susma gerçek anlamda kendini ne ölçüde gösterir?
Susma, bir karar olarak vardır: Sanatçının örnek intiharında vardır (Kleist, Lautreamont), ki sanatçı böylece "çok aşırı"ya gittiğini doğrulamış olur, bir de sanatçının uğraşından örnek olsun diye vazgeçişinde vardır. (Rimbaud, esir ticaretinden servet yapmak üzere Habeşistan'a gitmiştir. Wittgenstein bir süre köy öğretmenliği yaptıktan sonra hastanede hastabakıcı olarak ayak işleri yapmayı seçmiştir. Duchamp satranca başlamıştır.)
Susma, ceza olarak da vardır: Sanatçının örnek deliliğinde görülen kendini cezalandırmada vardır (Hölderlin, Artaud); ki böylece sanatçı, aklı başında olmanın, bilincin kabul edilmiş sınırlarının ötesine geçmek için ödenecek bir bedel olabileceğini göstermiş olur; bir de elbette, sanatçının tinsel uyumsuzluğuna ya da grup duyarlılığının yok edilmesine karşı "toplum" tarafından uygulanan (sansürden tutun da sanat yapıtlarının yok edilmesine, para cezalarına, sürgüne, sanatçıyı hapse atmaya dek uzanan  gerçek cezalar biçiminde vardır.
Gerçek anlamda susma, izleyicinin yaşadığı bir deneyim olarak var olmaz. Olsa bu, izleyicinin hiçbir uyarıcının farkında olmadığı ya da tepkide bulunmadığı anlamına gelirdi. Ama bu olamaz; programlanarak bile yaratılamaz. Uyarının farkında olmama, tepkide bulunamama, ancak izleyicinin orada eksik bir konumda var olması ya da kendi tepkilerini yanlış anlamasından kaynaklanır. İzleyiciler, tanımları gereği bir "durum" içindeki duyarlı varlıklardan oluştuğu sürece, hiç tepki göstermemeleri olanaksızdır.
Ne de susma, gerçek anlamda sanat yapıtının bir özelliği olarak var olacaktır. Nötr yüzey, nötr  söylem, nötr izlek, nötr biçem yoktur.
Susma fikri, temelde, yalnızca iki tür değerli gelişmeye izin verir: Ya (sanat olarak) bütünüyle kendini olumsuzlama noktasına dek götürülür ya da kahramanca, zekice tutarsızlıklar biçiminde işlenir.

Zamanımızda sanat susma çağrılarının oluşturduğu gürültülerle doludur.

Şuh, hatta neşeli bir nihilizm. Susmanın gerekli olduğu kabul ediliyor, ama gene de konuşmaya devam ediliyor. Söyleyecek hiçbir şeyi olmadığını anladıktan sonra, insan bunu söylemenin bir yolunu arıyor.
Beckett şu isteği dile getirmiştir: Sanat, "gerçekleştirilebilirlik düzlemi"ndeki sorunları altüst etme yolundaki tüm tasarıları reddetsin, "ufak sömürülerden, hep o aynı eski şeyi birazcık daha iyi yapıyor gibi görünmekten, yapıyor olmaktan, sıkıcı bir yolda biraz ilerliyor olmaktan bezmiş olan" sanat emekliye ayrılsın. Bunun alternatifi "ifade edilecek bir şeyin, ifade edebilmek için kendisinden yola çıkılacak bir şeyin, ifade etme gücü diye bir şeyin, ifade etme isteğinin bulunmadığını, bu arada ifade ifade etme zorunluluğunun olduğunu ifade etmekten" oluşan bir sanattır.
Bu zorunluluk nerenden kaynaklanır? Ölme isteğinin estetiği, bu isteğe engellenemez bir canlılık katıyor gibi görünmektedir.
Apoillainare "J'ai fait des gestes blancs parmi les solitudes" der. (Yalnızlıklar ortamında boş hareketler yaptım)
Ama hareketler yapmaktadır.   

martin heidegger-herkes alanında her kimse ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir

İnsanın öteki insanlar ile, öteki insanlar için ve öteki insanlara karşı sürdürdüğü günlük yaşam uğraşında sürekli olarak ötekiler karşısında farklı olma kaygısı yatar. Bu, ötekiler karşısındaki farkı kapatma, kendi ötekilerden geriyse, bu geriliği giderme veya ötekilerden üstünse, onları altta tutma kaygısıdır. Ötekilerle kendisi arasındaki ‘mesafe’nin kaygısı -insanın kendinse de örtülü kalan bu kaygı – ötekilerle birlikte olmayı gerginleştirir. Günlük insan bu mesafeliliğin ne kadar az farkındaysa, bu kaygı o kadar sarsılmaz ve kökten biçimde etkisini gösterir.
Ne var ki, birlikte olmanın içerdiği bu mesafelilikte insan, ötekilerle birlikte olan günlük insan olarak, ötekilere uyma, ötekiler için ne geçerliyse onu geçerli sayma durumundadır. Burada insan kendisi değildir; onun ‘’kendisi olma’’sını ötekiler üzerine almışlardır. İnsanın günlük yaşam olanakları ötekilerin koyduğu ölçülerce yönetilir. Bu ötekiler belirli ötekiler değildir. Önemli olan, insanın farkında olmaksızın devraldığı, ötekilerin sessiz, göze batmayan egemenliğidir. İnsanın kendisi ötekilerin bir parçası olarak, onların gücünü sağlamlaştırır. Aslında onların bir parçası olduğunu gizlemek için insanın ‘ötekiler’ diye adlandırdığı şey, günlük birlikte olmayı oluşturanlar, yani her zaman ‘’burada olanlar’’dır. Ötekilerin kimliği ne bu ne de şu kimse, ne insanın kendisi ne bazı kimseler ne de hepsini toplamıdır. Onların kimliği ‘kimsesizlik’ ya da ‘’herkes’dir.
İnsana her zaman en yakın olan içinde insanın günlük yalan uğraşlarının olup bittiği alan ‘kamu’ alanıdır. Gerek kamu ulaşım araçlarının gerek haberleşme araçlarının kullanımında her öteki değer ötekinden farksızdır. Bu ötekilerle birlikte olmada insanın kendisi diğer ötekiler içinde erir ve her ötekinin kendi farklılık ve özelliği artan biçimde ortadan kalkar. Bu göze batmamazlık ve belirsizlik içinde herkes alanı ve bu alanın egemenliği gelişir. Herkes neden hoşlanır ve nasıl eğlenirse biz de ondan hoşlanır ve öyle eğleniriz. Sanat ve edebiyatı herkes nasıl okur görür ve yargılarsa, biz de öyle okur, görür ve yargılarız kalabalıktan herkes nasıl kaçınırsa bizde öyle kaçınırız. Herkesi öfkelendiren, bizi de öfkelendirir. Belirlilikten yoksun ve hepimizden oluşan ‘’herkes’’alanı, insana günlük varoluş biçimini dikte eder.
Herkes alanının kendine özgü nitelikleri vardır. Birlikte olmanın içerdiği mesafelilik, temelini birlikte olmanın sağladığı ’sıradan olma’da bulur. Sıradan olma, herkes alanını oluşturan özelliklerden biridir. Herkes alanı, varlığını ancak sıradan olma ile korur. Neyin yapılıp yapılmaması gerektiği, neyin geçerli neyin geçersiz olduğu sonuç ve başarının nasıl elde edileceğinin ölçütlerini veren sıradan olma, bu ölçülerle herkes alanı ayakta tutar. Neyin göze alınabileceğinin sınırlarının önceden çizilmişliğininde, sıradan olma, öne çıkmak isteyen her türlü kural dışılığı gözetim altına alır. Her türlü üstünlük sessizce bastırılır. Özgün olan her şey hemen alışılagelmiş’in çoktan bilinenin düzeyine indirilir. Uzun çaba ve didinmelerle kazanılan her şey çabucak kullanıma hazır duruma girer. Bütün sırlar güçlerini yitirir. Sıradan olma kaygısı insanın temel bir eğilimini, bütün varlık olanaklarının tekdüzeleşmesi eğilimini açığa çıkarır.
Mesafelilik sıradan olma, tekdüzeleşme, herkes alanının varlık tarzları olarak ‘kamu’yu oluştururlar. Her türlü dünya ve insan görüşünü düzenleyen, her zaman haklı olan kamudur. Ve bu, kamunun nesneler ile temele inen bir bağ kurabilmesi, ‘şeyler’i açıkça görebilmesinden değil, ‘şeyler’e girememesi, düzeyli ve düzeysiz, bozulmuş ile bozulmamış arasında hiçbir fark gözetmemesinden ötürüdür.
Herkes alanı her yerde hazır bulunur, ama insanın karar vermesi gerektiği yerde herkes ortadan çekilmiştir. Ne var ki bütün kararlar önceden herkes alanında verildiği için herkes alanı insanın sorumluluğunu insan üzerinden alır. Herkes alanı kolayca her şeyin sorumluluğunu yüklenebilir, çünkü bu alanda yapılıp edilmiş olanlardan ötürü hiç kimseden tek başına kendisini sorumlu sayması beklenmez. Yapılıp edilenlerden sorumlu hep ‘’herkes’’ ya da ‘’hiç kimse’’dir.
Böylece herkes alanı insanın günlük yaşam yükünü hafifletir, insanın yaşamayı kolaylaştırma eğilimine yardımcı olur. İnsanın varoluş yükünün hafifletilmesinde sürekli olarak insanın yardımına koşan herkes alanı, bununla sürekli olarak kendi egemenliğini sağlamlaştırır.

Herkes alanında her kimse ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir. Günlük insanın kimliği sorusunun karşılığı olan ‘herkes’, insanın ötekilerle birlikte olması’nda kendi varoluşunu teslim ettiği ‘’hiç kimse’’dir.

19 Kasım 2013

ben tavan arasındayım sevgilim


andry tarkovsky -stalker


Onların, bütün planlarının gerçekleşmesini sağla.
Onların, inanmasını sağla.
Ve onların, kendi tutkularına gülmelerini sağla.
Onların tutku diye adlandırdıkları şey,
gerçek bir duygusal enerji değil.
Dış dünyayla ruhları arasındaki çatışma.
En önemlisi, kendilerine inanmalarını sağla.
Onların, çocuklar gibi çaresiz kalmasına izin ver.
Çünkü zayıflık harika bir şeydir.
ve güç hiçbir şey değildir.
Bir insan yeni doğduğunda, zayıf ve esnektir.
Öldüğü zamansa,kaskatı ve duygusuzdur.
Bir ağaç büyürken, körpe ve yumuşaktır.
Ama kuru ve sert hale geldiğinde, ölüp gider.
Sertlik ve güç, ölümün arkadaşlarıdır.
Esneklik ve zayıflık, varoluşun tazeliğinin ifadeleridir.
Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz.
                                  
 - Beni dinleyin, Profesör. Edinilen ilhamdan bahsetmiştik ya. Farz edelim ki ben, o Oda'ya girdim... Ve Tanrı'nın terk ettiği kasabamıza gerçek bir dahi olarak döndüm. Bir adam ancak acı çektiği için,
şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak, kendine ve başkalarına, aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır. Peki ya bir dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam? O zaman neden yazayım ki? Neyi kanıtlamak için? Şunu söyleyebilirim ki varoluş sebebimiz...

- Biraz daha kibar olup,
beni rahat bırakır mısın lütfen? Biraz gözlerimi kapamama izin ver. Bütün gece uyumadım. Komplekslerini de kendine sakla.

 - Her neyse, sahip olduğunuz bütün bu teknoloji, hepsi bütün o maden ocakları, değirmenler...ve onlar, ve bunlar, ve şunlar sadece daha az çalışıp daha çok yemek için tasarlanmış. Protez kol ve bacaklar. Ve insanlık sanat eserleri üretmek için yaratılmıştır. Diğer insan davranışlarının aksine,
bunun içinde bencillik mevcut değildir. Muhteşem illüzyonlar! Mutlak gerçeğin görüntüleri! Beni dinliyor musunuz, Profesör?

- Nasıl bencillik yok diyebilirsin? İnsanlar hala açlıktan ölüyor. Sen aydan mı geldin? Ve onlar, bizim akıllı aristokrasimiz olarak adlandırılıyor. Soyutlama yaparak
düşünmeyi bile başaramıyorsun.

- Şimdi sen bana,
hayatın anlamını mı öğreteceksin? Ve nasıl düşünmem gerektiğini? İşe yaramaz. Profesör olabilirsin, ama cahilsin.
 - Uyanık mısınız?
Hayatımızın anlamı sanatın çıkar gözetmezliği hakkında konuşuyordunuz. Müziği ele alalım örneğin...Gerçek ile bağlantısı diğer şeylere göre çok az. Bağlantısı olsa bile, bu bağlantı mekanik bir yolla kuruluyor, fikirler yoluyla değil. Yalnızca sesle, herhangi bir çağrışımdan yoksun. Ve buna rağmen müzik, mucize gibi yüreğimize işliyor. Armoni haline gelen gürültüye yanıt olarak içimizde yankılanan onu en büyük hazzın kaynağı haline getiren bizi sersemleten ve bir araya getiren ne?Tüm bunlara neden ihtiyaç duyuluyor?

Ve en önemlisi, kim ihtiyaç duyuyor?

"Hiç kimse. Ve hiçbir nedenle" diyebilirsiniz.

Çıkarsızca. Hayır.

Hiç sanmıyorum.

Yine de,
her şeyin biraz anlamı vardır.

Anlam ve nedeni.
 - Deneyler, gerçekler, en yüksek durumun hakikati. Gerçekler diye bir şey yok. Özellikle burada. Tüm bunlar birinin aptalca buluşları.

Hissetmiyor musunuz? Ama sen, elbette bunun kimin buluşu
olduğunu bulmalısın. Ama neden? Bilgin ne işe yarıyor?Bunun yüzünden kim vicdan azabı çekecek? Ben mi? Benim vicdanım yok. Yalnızca sinirlerim var.

Bazı piçler beni eleştirir,
yaralanırım. Diğerleri beni yüceltir,
yine yaralanırım. Yüreğimi ve ruhumu koyarım içine,
hem ruhumu hem yüreğimi telaşla yerler. Pis ruhumu kurtarırım,
onu da yerler. Hepsi çok okumuş. Hepsinin duyusal yoksunluğu var.
Hepsi sürü halinde geziyor, azeteciler, editörler, eleştirmenler, sonu gelmeyen şefler!
Ve hepsi çok, daha çok istiyor! Yazmaktan nefret ediyorsam
ne tür bir yazarım ben? Benim için sabit bir azap,
acı dolu, utandırıcı bir uğraş bir tür hemoroit sıkma ise...
Eskiden birilerinin benim kitaplarım
sayesinde daha iyi olabileceğini düşünürdüm.

Hayır, kimsenin bana ihtiyacı yok!

Ben öldükten iki gün sonra başka birini midelerine
indirmeye başlayacaklar. Onları değiştirmek istedim, ama onlar beni değiştirdi.
Beni kendi imgelerine uygun hale getirdiler.

"Gelecek",
"şimdi"nin yalnızca devamıydı.

Ufkun gerisinde hayal gibi beliren tüm değişimlerle.

Şu an "gelecek" ve "şimdi" aynı şey.

Buna hazırlar mı?

Hiçbir şey bilmek istemiyorlar!
Tek bildikleri
nasıl mideye indirileceği!
 Senin gözlerini seviyorum, sevgili arkadaşım.
Öyle tutkulu ve ışıl ışıllar ki.
Yukarı bir anda bir bakış fırlattığında, Cennetten çıkmış gibi ışıklı,
Bunu baştan başa karşılamak için oradayım.
Ama daha da hayran olduğum şey, Aşağı indirdiğin zaman, gözlerini,
Aşkın yakıcı alevi yakıyor beni. Ve hızla yere indirirken kirpiklerini,
Kasvetli bir ihtiras çağrısı beliriyor
yüzünde.
Sevgilim, dünyamız çok sıkıcı. Bu nedenle, telepati ya da hayaletler, ya da uçan daireler gibi şeyler yok. Dünya kesin kanunlarla yönetiliyor, ve dayanılmaz derecede sıkıcı. Yazık ki, o kanunlar hiç çiğnenmiyor. Kanunları nasıl çiğneyeceklerini bilmiyorlar
....
Ortaçağda yaşamak ilginçti. Her evin kendi ruhu, her kilisenin de kendi Tanrısı vardı.

Bu çok sıkıcı olmalı. Gerçeği aramak. O gizleniyor ve siz de onu aramaya devam ediyorsunuz. Bir yeri kazarsınız - eureka. Çekirdek, protonlardan meydana gelir. Diğerini kazarsınız- harika! ABC üçgeni A, B ve C kenarının toplamına eşittir.

...Benim için durum biraz farklı. Gerçeği ararken, gerçeği keşfedeceğime, onun değiştiğini görüyorum.

...Sürekli, başarıyı ve yenilgiyi düşünerek yazmak imkansız.

...Ne istediğimi ifade etmek için doğru sözcüğü nasıl bilebilirim? İstediğim şeyi, aslında istemediğimi nasıl bilebilirim? Ya da istemediğim şeyi istemediğimi? Bunlar anlaşılması zor şeyler. Onları adlandırdığımız an, güneşte kalan bir deniz anası gibi erir, çözülür, ve anlamları kaybolur. Bilincim,dünyayı kendi tarafına çekmek için vejeteryan olmak istiyor. Ve bilinçaltım bir parça et için çıldırıyor. Peki ben ne istiyorum? Dünya egemenliği mi?

...Biliyorsun, avcı olmak güçlü bir istek gerektirir.

...En uzun yoldan gitmek,en az tehlikeyi göze almaktır.

...Dümdüz gitmek korkutucu, geri dönmek utanç verici. Kendi kendinize bir emir verdiniz. Korku aklınızı başınıza toplamanızı sağlamış.

...Bölge, bir sürü tuzaktan oluşan karmaşık bir sistemdir. Ve hepsi de ölümcüldür.
Burada insanlar olmayınca neler olduğunu bilmiyorum. Ama insanlar burada görünür görünmez her şey hareket etmeye başlıyor. Eski tuzaklar yok olup yerine yenileri geliyor. Güvenli alanlar geçit vermez yerlere dönüşüyor. Artık sizin yolunuz kolay, şimdi umutsuzca bu işe bulaştık. Bölge, budur. Her an yeniden değişebilir. Ama bu da bizim, kendi şartlanmalarımızla yarattığımız bir şeydir.

...Mucizelerin deneyle ilgisi yoktur.

...İnsanlık zerre kadar umurumda değil. Bütün insanlığın içinde,ilgilendiğim tek bir kişi var: Kendim. Gerçekten bir değerim var mı, yoksa diğer insanlar gibi boktan biri miyim?

...Hakikat, tartışmalarla ortaya çıkar.

...İnsanlar içlerindeki duygulardan bahsetmekten hoşlanmaz.

...Bir adam ancak acı çektiği için, şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak, kendine ve başkalarına, aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır.
Peki ya bir dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam? O zaman neden yazayım ki?
Neyi kanıtlamak için? Şunu söyleyebilirim ki varoluş sebebimiz..Her neyse, sahip olduğunuz bütün bu teknoloji, hepsi, bütün o maden ocakları, değirmenler, ve onlar, ve bunlar, ve şunlar..sadece daha az çalışıp daha çok yemek için tasarlanmış. Protez kol ve bacaklar. Ve insanlık sanat eserleri üretmek için yaratılmıştır. Diğer insan davranışlarının aksine, bunun içinde bencillik mevcut değildir. Muhteşem illüzyonlar! Mutlak gerçeğin görüntüleri!

.....Ve bir zamanlar,
müthiş büyük bir deprem olmuştu.
Ve güneş, saçlardan örülmüş
tövbe giysisi kadar siyah olmuştu.
Ve ay, tamamen kan kırmızı olmuştu.
Ve gökteki yıldızlar,
tek tek yer yüzüne düştü.
Müthiş bir rüzgarla
sarsılıp sallanan incir ağacı
bütün ham incirlerini dökmüştü.
Ve gökyüzü,
sarılmış bir parşömen gibi ikiye ayrılmıştı.
Ve her ada, ve her dağ,
bulundukları yerden hareket etmişlerdi.
Ve dünyada bulunan krallar
ve büyük adamlar...
ve zenginler, ve varlıklı olanlar...
ve güçlü ve özgür olan her kişi...
kendilerini mağaralara ve dağların
arasındaki kayalık yerlere saklamışlardı.
Ve dönüp dağlara ve kayalara
dediler ki, "Üzerimize düşüp...
bizi şu an tahtta oturan
hükümdarın varlığından kurtarın."
Ve masumların gazabından.
Onun hıncını alma günü
geldiği zaman...
ayakta durmayı başaran
kim olacak?

Ve iki gün sonra, aralarından iki kişi
yaklaşık 60 mil uzaklıktaki bir köye doğru yola çıktılar.
İsmi...
Ve aralarında her konu üzerine gevezelik ediyorlardı.
Ve onlar aralarında tartışıp söyleşirlerken.
O, kendisi suretini gösterdi.
Ve onlarla yürümeye başladı.
Fakat gözleri onu tanımamaları için engellenmişti.
Ve O dedi ki:
"Birbirinize sarf edip durduğunuz bu sözler de ne,
ve neden bu kadar üzgünsünüz?"
Ve aralarından biri, ismi...

... Hayatlarımızın anlamı üzerine konuştuğunuzu duydum. Ve sanatın bencil olmayışı. Örneğin, müziğe bakalım. O gerçekliğe,her şeyden daha az bağlıdır. Ya da bağlıysa bile, fikirlerle değildir, mekaniktir. Basit bir ses. Çağrışımlardan uzak. Ama yine de müzik, bazı mucizeler gibi, yüreğimize ulaşmayı başarır. Bizim içimizdeki, düzenlenmiş seslere tepki veren kısım neresidir? Bunu büyük bir zevk kaynağı haline getiren... Bizi duraksatan ve bir araya gelmemizi sağlayan? Buna neden ihtiyacımız var? Daha önemlisi, kimin için? "Kimse için değil ve sebebi yok" diyebilirsiniz. Bencillik etmeden. Ama, hayır. Ben böyle düşünmüyorum. Sonuç olarak, bence her şeyin bir anlamı var. Anlamı ve sebebi.

...O kadar çok korktu ki yanlış yoldan gitti.
...
İşte yaz geçip gitti.
Hiçbir iz bırakmadan.
Güneş hala ısıtıyor.
Ama artık yetmiyor.
Avucumun içine yerleşen
yumuşacık beş parmak gibi
her şey gerçek olabilir.
Ama artık yetmiyor.
Geriye güzellikler kaldı.
Kötülük zayıfladı.
Dünya şenlikle aydınlandı.
Ama artık yetmiyor.
Hayat her zaman katmanlı.
Endişeli, ve eğlenceli.
Ve ben gerçekten şanslıydım.
Ama artık yetmiyor.
Yapraklar daha sararmadı.
Dallar fırtınayla kırılmadı.
Gün, cam gibi, her şeyi yıkadı.
Ama artık yetmiyor.

...Ama dünyayı yönetmek istemek! Adil bir toplum kurmak! Tanrı'nın yeryüzündeki krallığı! Ama bunlar sadece basit dilekler değiller. Bu ideolojidir, eylemdir, konseptlerdir. Bilinçdışı merhamet, henüz hayata geçmeye hazır değil. Normal, içgüdüsel bir tepki olarak. Başka birisinin insana vermesiyle insan mutlu olamaz ki. Artık açıkça görüyorum ki,sizin planınız insanlığı iyi eylemlerle nefessiz bırakmak. Bana sorarsanız, ben kendim ve sizin için zerre kadar endişeli değilim. İnsanlığın geri kalan kısmı için de. Çünkü bence sen, hiçbir şeyi başaramayacaksın.

...Eğer hayatımı gözden geçirmeye başlarsam, daha kibar olacağımı hiç sanmam. Ayrıca, bunun ne kadar utanç verici bir durum olduğunu görmüyor musunuz?

...Bence insanın şöyle bir prensibi olmalı. Asla geri döndüremeyeceğin hiçbir şey yapma.

...En derin dilek, tamamiyle senin yaradılışınla ilgili bir şey. Özünde olan ve senin
hakkında hiçbir şey bilmediğin bir şey.

...Vicdan, üzüntü gibi şeyler sadece bizim uydurmamızdı.

...Ben senin Oda'na girmeyeceğim. Kendi içimdeki pisliğin başka birinin başına dert olmasını istemiyorum.Seninkine bile. Ben Kirpi gibi boynumu ilmeğe geçirmeyeceğim.Bunun yerine evimde, huzurla, ölene kadar içmeyi tercih ederim. Bölge'ye hep benim gibi insanları getiriyorsan, insanoğlu hakkında hiçbir şey
bilmiyorsun demektir, izci. Ve bir şey daha.Bu mucizenin gerçekten de olduğunu
sen nereden biliyorsun? Burada gerçekten de tüm dileklerin gerçekleştiğini sana kim söyledi? Hayatında, buranın mutlu ettiği tek bir insan bile gördün mü?

-Kirpi mi söylemişti?

Aslına bakarsan, sana Bölge hakkında, Kirpi hakkında, Oda hakkında bunları söyleyen kimdi?

-Kirpi söyledi.

O zaman benim için hiçbir anlamı yok. Buraya gelmenin anlamı nerede?

...Renksiz ve kısır bir hayat yaşamaktansa, acılı bir mutluluk daha iyidir.Belki, daha sonra bütün bunları düşündüm. Ve eğer mutsuzluklarımız olmasaydı, daha iyi durumda olmayacaktık. Daha kötü durumda olacaktık. Çünkü eğer öyle olsaydı, hiç mutlu olmamış olacaktık. Ve hiç umut olmayacaktı.