Artık despotluğa dayanamayan kitleler 31 Mayıs 2013’te
birdenbire Taksim Meydanı’nı basarak polis zulmüne karşı barikat savaşı
başlattılar. Ve birkaç gün içinde, siyasetten men edilerek, piyasalaşmaya ve
oryantalleşmeye (çağdaş bir Osmanlı-İslam beğenisine) teslim edilmek üzere
olan, diktanın kalesi olarak dayatılan bu meydanı işgal ettiler. Burada
arzularına göre, paranın geçmediği, paylaşmaya ve dayanışmaya dayalı komünal
bir hayat oluşturdular. Bütün çevrelerine sözler, resimler boyadılar.
Eylemlerini şiirselleştirdiler. İçlerinden geldiği gibi bağırdılar, çağırdılar,
müzik yaptılar. Zorunlu çalışmayı terk ederek ‘oyun oynamaya’ daldılar;
yabancılaşmaya son verdiler. Ve direniş başka kentleri de ayağa kaldırdı. Bir
mucizeydi bu – veya, Althusser’den başlayarak, Lyotard, Rancière, Negri,
Bensaid gibi “1968 filozofları”nın, özellikle de Alain Badiou’nun
geliştirdikleri kavramla, bir “olay” (event)... Tarihin mekaniğine,
rasyonalitesine bir müdahale. Bilgimizin, algılarımızın, duygularımızın sarsıcı
bir dönüşüm geçirdiği bir devrim ânı. Badiou’ya göre devrimin yanı sıra, sanat
gibi, aşk gibi, buluş gibi. Olayın gücü, onun hakikatleri ortaya çıkartmasında,
rıza gösterdiğimiz hegemonik dünyayı teşhir etmesinde saklı.
İstanbul’da başlayan direniş, sonunda nereye varırsa varsın,
şimdiden davayı kazanmıştır; dünyamızı değiştirmiştir, muzafferdir. Çünkü
Bensaid’in de belirttiği gibi, “direniş fikri, ulaşılması gereken bir ideale
değil, hemen gerçekleştirilmesi gereken ve gerçekleştirildiği vakit tarihin
gidişatını değiştirecek (veya durduracak) bir adalet fikrine tutkuyla bağlıdır.
Direnmek, aynı zamanda kendi güçsüzlüğünüzü, güç dengelerinin aleyhinize olduğunu
bilmekle başlar. Fakat önemli olan bu güçsüzlüğü kabul etmemek, boyun
eğmemektir. Ahlaki bir zorunluluk olmaktan ziyade basit bir varoluş koşulu olan
direniş, bir tasarıya sahip değildir. ‘Önce direnirsiniz gerisine sonra
bakarsınız… Her direniş bir alan açar. Yalnızca duvarlar gördüğümüz yerde,
cesaret, bir kapı açar, burada ve şimdi.’ Özgürleşme ve direniş hadiselerinin
[olaylarının] açtığı her bir ‘dar kapıdan’, artık olmayan ile henüz olmayan
arasında dünyanın bambaşka bir hâli’ görünür”.[1]
Direniş olayının
açtığı kapılar
• Gerek
İstanbul mucizesi, gerekse Occupy gibi
New York’tan başlayıp başka metropollere yayılan “kentsel devrim” hareketleri,
bize “post-komünist” tarihçiliğin dikte ettiği, devrimin, anarşinin, gelecek
umudunun (ütopyanın) eskide kaldığına ve Paris’te kısa bir süre ‘arzu’nun
iktidara geçtiği 1968’in, devrimcilerin son kumarı olduğuna ilişkin
safsatalarını boşa çıkarmıştır. Günlerdir Taksim, her kim bu alana çıkmayı arzu
ediyorsa onların elindedir ve bu sayede İstanbul da, 1848’den beri
başkaldırının bir türlü ezilemediği “İsyankâr Kentler” in listesine eklenmiştir.[2] Zorbalığa karşı yeniden parke
taşları sökülmüş, barikatlar kurulmuş, ateşler yakılmış ve halk meydanını,
sürekli onu tehdit eden devletin şiddetinden, şirketlerin ve markaların
fetişizminden kurtarmıştır.
• Çağdaş zamanlarda, modernliğin aşınmasıyla birlikte,
gerçekliğin kaynağının akıldan dile kaydığı savunulmaya başlamıştır. Bir
anlamda “gerçek edebileşmektedir”. Sonuçta bütün dile çağdaş bir sofizm
bulaşmıştır. Buna göre doğru söylemek önemli değildir, doğrunun ne olduğunu
denetlemek, başkalarını söz söyleme ‘sanatlarıyla’ bu konuda inandırmak,
kandırmak önemlidir. O zaman da, Žižek’in yıllar önce yazdığı gibi, yalan ve
riya bir ahlaksızlık olmaktan çıkarak bir ideoloji halini alır.[3] Aslında bu dönüşüm, günümüzde her
şeyin başı sayılan iletişimin yükselişini de açıklar. Bir pazarlama
mühendisliği olarak ortaya çıkan “iletişim tasarımı”, bugün şirket kültürüne (corporate culture), oradan medyaya, oradan
siyasete, ve ne yazık ki, en sonunda da gündelik dile kadar baskın çıkmıştır.
Yani artık konuşamıyoruz, karşımızdakine hükmetme güdüsüyle iletişiyoruz. İşte
Direniş, hakikatinin gücü sayesinde, namusu sayesinde, sürüp giden bu hilebazlığı
teşhir etmeyi başarabilmiştir. Foucault’nun öğrettiği, doğruyu söylemenin
direnişçi gücünü ışıtabilmiştir.[4] Öyle ki, birtakım büyük şirketler,
bu ortamda reklamın iletişim gücünü yitirdiği gerekçesiyle reklam vermeyi bile
durdurmuşlardır. Teoriyi hiçe sayan bir pragmanın ve tarihi hiçe sayan bir
şimdinin yönetiminde sürekli kaypaklaşan entelektüel esneklik, eylemlerin
duvarına çarpmıştır. İletişim erbabının, “kanaat önderleri”nin, “akil
adamlar”ın, “liberal aydınlar”ın, ‘marka’larının otoritesine güvenerek döne
döne imal ettikleri hakikatler dağılmıştır. Bu beklenmedik “olay” karşısında en
zor duruma düşenler, tarihsel/toplumsal direniş söylemini liberalleştirmeye
çalışan, muhalefet etmeyi bir biçimde iktidarı (AKP) desteklemekle
özdeşleştiren, “yeni sosyalizm” sözcüleridir. “Duvar”ın yıkılmasının
sembolleştirdiği 1989 sonrası dönemde devletle şirketin oluşturduğu “güç
bloku”na transfer olarak, bütün muhalefet edebiyatını reel politikaya, daha
doğrusu post-politikaya tercüme etmekle uğraşanlardır. Harvey’in en kestirmeden
“dinin ve sermayenin restorasyonu” olarak tanımladığı neoliberal projeye ses
çıkarmayanlardır.
• Tabii şimdi, küresel sermayeye ve şirketlere karşı
gerçekleşen Seattle’daki gibi, Cenova’daki gibi ayaklanmalarda, ya da Occupy işgallerinde olduğu gibi,
Taksim Direnişi de devrimci özünden yalıtılıp liberalleştirilmeye, “farklı
fikirlerin ifade özgürlüğü”ne, “farklı hayat tarzlarının savunulmasına”
indirgenmeye çalışılmaktadır. “Ağaç korumacılığı”ndan ibaret bir ‘masumiyet’
havasına büründürülmektedir. Hatta “kandil simidi”, “Cuma namazı” muhabbetiyle
bir anlamda İslamlaştırılması bile denenmektedir. Veya bir gösteri ya da tema
parkı gibi ziyarete boğularak popülerleştirilmektedir. Ya da her toplumsal
davranışta bir pazarlama potansiyeli arayan patronlar tarafından “Ne solcuyum,
ne sağcı, çapulcuyum, çapulcu” yavanlıklarıyla piyasalaştırılmaktadır. Ancak,
şimdilik öznelliklerimize musallat olan hegemonik, biyopolitik riya ve tahrif
makinesi etkisizdir ve “olay”ın doğurduğu hakikat gücünü korumaktadır. Retorik
becerilerine güvenerek direnişin bu büyük hakikatini sınayanlar, bunu ancak
utanmazlığı göze alarak yapabilmektedir. Kısacası, “olay” özerkliğini
korumaktadır. Düşmanları tarafından yok edilebilir, ama henüz çalınamaz. Çünkü
hırsızlığı hemen açığa çıkarır.
“Sanat direnmektir.” (Gilles Deleuze)
Öncelikle, dünyayı değiştirmek gerektiği görüşündeyiz.
İçinde kendimizi sıkışmış hissettiğimiz hayatta ve toplumda olanaklı en
özgürleştirici değişimi arzuluyoruz. Bu değişimin uygun eylemlerle mümkün
olduğunu biliyoruz.
Guy Debord
• Direnişin devinmesinde avangardın uyandığına tanık
oluyoruz. Duvar
yazılarındaki mizah ve kinizm Dada’nın saldırgan “otomatik” dilini
hatırlatmaktadır. Constant’ın Sitüasyonist Manifestosu’nda söylediği gibi,
“kaldırım ve duvarlardaki çiziktirmeler, insanın ifade etmek için doğduğunu
[ve] onu bir memur kalıbına sokarak bu ilk dirimsel gereksinimini karşılamaktan
alıkoyan iktidara karşı mücadelesini” göstermektedir. İstanbul’da medya
tekellerinin gözünü korkutan eylemler de Dada’nın skandallarını andırmaktadır.
Öte yandan, İstanbul’daki onca çevre tahribatı içinde “olay”ın Gezi Park’ındaki
birkaç ağaçtan parlaması, sürrealizmin ve bütün avangardın tesadüfe, şansa,
sürprize olan bağlılığının bir örneğidir. Badiou için de tesadüfilik ilkesi
bütün “olay”lara içkindir – aşka da, sanata da, buluşa da.
Ancak, bu direnişin asıl canlandırdığı, 1968 Devrimi’nin
arkasındaki sitüasyonist hareket ve onun lideri Guy Debord’un bildirileridir.
Çünkü Direniş, tam anlamıyla birtakım sitüasyonlar yaratarak büyümektedir.
Debord’un sözleriyle “bir sitüasyon yaratmak, geçici bir mikro-dünya ve –bir an
için birkaç kişinin hayatında– bir olaylar oyunu yaratmaktır.”[5] Temel amaç “sitüasyonlar inşa etmek,
yani kısa süreli yaşam ortamlarını somut olarak kurmak ve onları daha üst
düzeyde bir tutkuya dönüştürmektir… Sitüasyonist hareket, hem bir sanatsal
avangard olarak, hem gündelik hayatı özgürce yapılandırma yolu üzerinde
deneysel bir araştırma olarak ve nihayet, yeni bir devrimci karşılaşmanın
pratik ve kuramsal inşasına katkı olarak karşımıza çıkıyor.”[6] İşte Gezi Parkı’ndan başlayan
direniş, onlarca kentin meydanlarını tam da bu ruhla, hiçbir sanatçının
düşleyemeyeceği sanat eserlerine dönüştürmüş, sanatın romantiklerden bu yana
aynı zamanda özerk ve özgür bir siyaset olduğunu, direnmek olduğunu capcanlı
kanıtlamıştır.
Oysa ne zamandır sanat yöneticileri, artık estetik
modernizmin ve avangardın çağdaş sanatın ancak geri dönüşüme sokacağı,
alıntılayacağı, alay edeceği veya yereceği bir depodan ibaret olduğuna
inandırmaya çalışmaktadır. Onlara göre, Mallarmé’nin Zarla Şans Dönmeyecek metniyle
başlayan avangard manifestoların[7] vaat ettikleri isyan ve ütopya,
arzunun iktidarı ve hayatın şiirselleştirilmesi hep birer “Tatlı Düş”tür.[8] Sanatın dili bütün tarihi boyunca
hegemonik olmuştur, şimdi de öyledir. Dolayısıyla sanatın özerkliği masaldır.
Bizde de sanatı tarihinden yalıtarak aktüelleştiren, şimdiki zamana hapseden,
“güncel sanat” teriminin mucitleri, daha yeni piyasanın, özelleştirmenin –yani
şirketlerin himayesinin– dışında sanatın var olamayacağını savunmuşlardır.[9] Evet, bu sav akılcıdır, realisttir,
ama şimdi direniş bu realizmi ölüme mahkûm etmiştir; hayal gücü iktidardadır.[10] Ve bu güç, Occupy direnişlerinde olduğu gibi,
finansa ve iletişime tercüme edilen sanatı, sanat dışına sürmektedir. %99’un
değil de, %1’in hanesine yazmaktadır.
• Şimdi, Taksim işgaliyle kentin nasıl
kamusallaştırılabileceği en radikal haliyle meydandayken, iletişim stratejisini
bu “kamusallaştırma” kavramını özelleştirme üzerine kuran 13. İstanbul Bienali
yönetimi acaba ne yapacaktır? Çünkü şimdi, ince iletişim tasarımlarıyla
“kamusal”ı özelleştireyim derken, direnişçilerin Bienali hakikaten
kamusallaştırma tehlikesi bulunmaktadır. Ya park gibi, meydan gibi bienali de
“çapullarlarsa”?Détourne ederlerse?
Kendilerine mal ederlerse? Eğer Bienal yönetimi şimdiye kadarki tutumunu
sürdürürse, o zaman büyük olasılıkla gazlanacaklardır. Yok, eğer direnişi
kendilerince anlamlandırmak gibi, bienalleştirmek gibi, artık sahteliği çok
göze batacak bir yol izlerlerse, herhalde, son Berlin Bienali ve Documenta’nın
Occupytaraftarlarıyla yaptığı gibi kimi direnişçi numunelerini, çadırları filan
sergilemeye kalkacaklardır.
• Direniş’in avangard tarihinden söküp çıkardığı bir diğer
hakikat, şimdilerde David Harvey gibi yazarlar sayesinde yeniden canlanan,
1968’lerin Marksist kent sosyoloğu Henri Lefebvre’in ortaya attığı “kentsel
devrim”dir; bu başlığı taşıyan kitabında işlediği “kente sahip çıkma hakkı”dır.
Lefebvre, çok yoğun olarak uğraştıkları şehircilik ve mimarlık konusundaki
sorunlarda sitüasyonistlerin teorik kılavuzudur. O, kente sahip çıkılırsa
gündelik hayatta bir devrim yaşanacağını ve giderek hayatın sanat olacağını
hayal eder. İşte şimdi kapıldığımız düşler, bu gibi hayaller değil de nedir?
[1] U. Uraz Aydın, “Sunuş: Köstebeğin Yer
altı Güzergâhı”, Daniel Bensaid, Köstebek
ve Lokomotif-Tarih, Devrim ve Strateji Üzerine Denemeler (İstanbul:
Yazın Yayıncılık, 2006) s.15,16.
[2] David Harvey, Rebel Cities: From the Right to the City to
the Urban Revolution (Londra: Verso, 2012); Türkçesi: Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel
Devrime Doğru, çev. Ayşe Deniz Temiz (İstanbul: Metis, 2013)
[3] Slavoj Žižek, “Against Human Rights”, New Left Review, 34
(Temmuz-Ağustos 2005).
[4] Michel Foucault, The Courage of Truth, The Government of Self
and Others II (New York: Palgrave & Macmillan, 2011).
[5] Constant ve Debord, “Amsterdam
Bildirisi”, Sanat
Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş içinde, derleyen Ali Artun
(İstanbul, İletişim/Sanathayat Dizisi) s.307.
[6] Guy Debord, “Sitüasyonların İnşası ve
Uluslararası Sitüasyonist Akımın Etkinlik ve Örgütlenme Koşulları Üzerine
Rapor”, a.g.e., s.
297, 335-336.
[7] Bkz. a.g.e.
[8] Johanna Drucker, Sweet Dreams, Contemporary art and
Complicity (Chicago: University of Chicago Press, 2005).
[9] Burak Delier ve Süreyyya Evren, “İyi de
Banane: Onat Kutlar'dan Bugüne Sanat Dünyasının Ekonomi-Politiğine Dair Güncel
ve Gerekli Bir Müdahale” http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=953
[10] Vincent Bounoure ve diğerleri,
“Düşmanın Portresi”, a.g.e., s.344-346.