Yapıt hiçbir zaman boyanan, yontulan ya da anlatılan
nesneyle sınırlı değildir; eşyayı nasıl dünya perdesi önünde görüyorsak, sanat
yapıtının canlandırdığı nesneleri de evren perdesi önünde seyrederiz.
Fabrice'nin serüvenlerinin ardında, 1820 İtalya'sı, Avusturya'sı ve Fransa'sı
görünür; Rahip Blanes de yıldızlarıyla birlikte göğe ve sonra da bütün
yeryüzüne bakar. Her ne kadar ressam bize bir tarla ya da bir vazo dolusu çiçek
sunarsa da, resimleri dünyaya açılan bir penceredir; başaklar arasına dalıp giden
şu kırmızı yolu biz, Van Gogh'un çizdiğinden daha öteye, başka buğday tarlaları
arasında, başka bulutlar altında, denize dökülen bir ırmağa dek izleriz; ve
tarlaların varlığı ile erekliliğin varlığını ayakta tutan derin toprağı sonsuza
dek, dünyanın öteki ucuna dek uzatırız. Demek ki yaratıcı edim, yarattığı ya da
yeniden canlandırdığı birkaç nesne aracılığıyla, dünyayı yeniden ele geçirme
ereğini güder. Her resim, her kitap varlığın bütünlüğünün yeniden ele
geçirilişidir; her sanat yapıtı bu bütünlüğü seyircinin özgürlüğü önüne
getirir. Çünkü sanatın en son ereği de budur: dünyayı olduğu gibi, ama sanki
kaynağını insani özgürlükten alıyormuş gibi göstererek yeniden ele geçirmek,
yakalamak.