Bu
doğrultuda olmak üzere, bilmek, yabancı bir şeyi kendine mal etmekten
başka bir şey değildir, insan, o şeyi bir hayvan gibi öldürür, parçalar
ve sindirir. İnanç, artık değiştirilmesi mümkün olmayan, donmuş
ilişkidir. Araştırma, sabitleme ile eş anlamlıdır.
Karakter,
kendini değiştirme tembelliğidir. Bir insanı tanımak, ondan artık
nerdeyse hiç etkilenmemektir. Anlayış, bir tür bakıştır. Hakikat, nesnel ve gayri ihtiyari düşünmeye yönelik başarılı girişimdir. (sf.283)
Ulrich, bu tutumu çok iyi tanıyordu. Bu noktada belki de ruhçuluğa
karşı bir teşekkür borcunu yerine getirmek gerekiyordu; çünkü ruhçuluk,
ölmüş kadın aşçıların öbür dünyadan verdikleri raporları hatırlatır ve
komik bir şekilde, Tanrıyı olmasa bile en azından ruhları, karanlıkta
insanın boğazından soğuk bir yemekmişçesine kaşıklamaya yönelik kaba
metafizik ihtiyacı doyurmak peşindeydi.
Eski zamanlarda Tanrı
ya da onun yoldaşlarıyla kişisel bir temas kurmaya yönelik olan ve
söylendiğine göre bir tür esrikliği andıran bu ihtiyaç, zarif ve kısmen
de hayranlık verici şekillenmesine rağmen yine de yeryüzündeki kaba
tutum ile, son derece alışılmadık nitelikte ve belirlenebilmesi
olanaksız bir sezgi durumunun yaşantılarının birbirine karışmasını
temsil ediyordu. Metafizik olan, bu durumun içine yerleştirilmiş
fiziksellikti, dünyevi isteklerin bir yansımasıydı, çünkü insan ona
baktığında, yaşanılan zamanın ürünü olan tasarımların insanda
görebileceği beklentisini çok canlı bir biçimde uyandırdıkları ne ise,
onu görüyordu.
Ama öte yandan özellikle zekanın tasarımları,
zamanla değişir ve inandırılıcığını kaybeder; bugün birisi kalkıp
Tanrının kendisiyle konuştuğunu, onu şakacı bir tavırla saçlarından
yakalayıp kendi katına çektiği veya nasıl olduğu tam anlaşılamayan,
fakat çok tatlı bir şekilde onun göğsüne süzülüverdiğini anlatmak
isteyecek olsa, içinde yaşantılarını dile getirdiği bu tasarımlara hiç
kimse inanmazdı ve inanmayanların başına da doğal olarak Tanrının resmi
hizmetkarları gelirdi; çünkü aklı temel alan bir çağın çocukları olarak
bunlar, histerik yandaşlarınca gerçek yüzlerinin sergilenmesi ihtimali
karşısında çok insani denilebilecek bir korku duyarlar.
Bunun
sonucunda insanın gerek ortaçağda gerekse antikçağ putperestliğinde
örnekleri çok ve açıkça mevcut bulunan yaşantıları hayal ürünü ve
hastalık belirtileri saymak zorunluluğuyla karşılaşması, ya da bunların
şimdiye kadar içine dahil edildikleri mistik bağlantıdan farklı bir şey
içerdiği ihtimalini hesaba katmasıdır; bu noktada, salt bir yaşantı
çekirdeğinin varlığı söz konusudur; bu çekirdeğin katı deneyim
ilkelerine göre de inandırıcı olması gerekecektir; böyle bir durumda da
söz konusu çekirdek, bundan üst dünyaya ait ilişkilerimiz konusunda ne
gibi sonuçlar çıkarilabileceği şeklinde ikinci soruya gelinmezden çok
önce, doğal olarak çok önemli bir mesele niteliği kazanacaktır.
Ve teolojik aklın düzenine yerleştirilmiş olan inanç, her alanda bugün
egemen olan aklın kuşkularını ve çelişkileriyle amansız bir savaş vermek
durumunda kalırken, göründüğü kadarıyla mistik kavrayışın çıplak,
geleneksel bütün kavramsal inanç kabuklarından soyulmuş, eski dini
tasarımlardan çözülmüş, belki de artık sadece dinsel diye adlandırılması
neredeyse imkansız temel yaşantısı gerçekten de çok yaygınlaşmıştır ve
bu yaşantı, gündüz vakti yolunu kaybetmiş olan bir gece kuşu gibi
zamanımızda bir hayaletin kanat çırpışlarıyla dolanıp durmaktadır.